-Alışveriş delisi, kadın delisi, para delisi, araba delisi, arkadaş delisi, marka delisi…
-Bunlara da deli diyorlar, ama inanın bunlar bizden değil!
**
Gencin yanından ayrılıp yürümeye başladım. Yanlarından geçtiğim iki kişinin konuşmalarına kulak kabarttım:
-Yemeğe ne kadar var? Ben acıktım.
-Ne kadar zaman kaldığını ben nereden bileyim? Zil çalınca gider yeriz işte!
Bu bilgi doğrusu çok işime yaradı. Demek ki yemek vaktini zille haber veriyorlardı. Boş bir bank bulup oturdum. Zili beklemeye başladım. Çok geçmeden zil sesi duyuldu. İyi de yemekhane neredeydi? Zil ile birlikte çok sayıda insan odalarımızın olduğu binaya doğru yöneldi. Onları takip ettim ve bu binanın alt katındaki yemekhanede karnıma doyurduktan sonra tekrar bahçeye çıktım.
Doğrusu yemekler çok lezzetliydi. Çorba, etli patates, bulgur pilavı ve meyveyi iştahla yedim.
Benden önce kendilerini bahçeye atanlar da vardı. Üç kişi ayakta bir şeyler konuşuyorlardı. Yanlarına yaklaşınca üçü de kahkahalarla gülmeye başladılar. Önce bana güldüklerini zannettim, ama sonra yanıldığımı anladım. Biri bir şeyler söylüyor sonra üçü birden gülüyordu. Neydi onları böyle neşeli yapan? Merak ettim. Yoksa saçma sapan şeylere mi gülüyorlardı? Evet, öyleymiş. Çünkü biri “Köfte!” diye bağırınca hep birlikte basıyorlardı kahkahayı. Diğeri “Tren kaçtı!” deyince yine kahkaha… Çok yaklaşmış olmalıyım ki orta boylu, kumral saçlı olanın dikkatini çektim. Bana:
-Sen niye öyle bakıp duruyorsun. Gülsene, neden gülmüyorsun? Dedi. Ne yapacağımı ne söyleyeceğimi bilemedim. Ağzımdan:
-Ben burada yeniyim, bu hastaneye geleli sadece birkaç saat oldu. Sözleri dökülünce karşımdaki daha da kızdı ve üzerime yürüyüp:
-Neee? Bir de konuşuyor! Diye bağırınca en iyi davranışın oradan kaçmak olduğuna karar verdim ve öyle de yaptım…
Nefes nefese kalmama rağmen arkama dönüp bakamıyordum. Artık koşamayacağımı anlayınca durdum, korkarak arkama baktım. Ne gelen vardı ne giden…
Dinlenmek için oturduğumda güneş tatlı sıcak yüzünü gösteriyordu. Koyu gri bulutlar kıskanmış olmalılar ki ısrarla güneşin önünü kapatmaya çalışıyorlardı. Ama güneş bir yolunu bulup bulutların arasından sıyrılmayı başarıp muzip bir çocuk gibi gülümsemeyi sürdürüyordu.
Güneş çıkıyor, bulutlar güneşi kapatıyor, güneş aradan sıyrılıp çıkıyor, bulutlar öfke ile önünü kesiyor, kayboldu derken gene vazgeçmeyip tekrar çıkıp gülümsemeye çalışıyordu. Ama gri bulutlar, siyah bulutlardan yardım alınca birden adeta karanlık bir perde çekildi güneşin önüne. Artık çaresizdi, bekleyecekti bulutların dağılıp gitmesini…
Derken tek tük yağmur damlaları düşmeye başladı. Az ilerideki su birikintisinde bu yağmur damlalarının oluşturduğu halkaları izlemek hoşuma gitti. Bir damla, suyun üzerine düşünce önce küçük bir halka oluşuyor, sonra bu giderek büyüyor ve en sonunda da yok oluyor. Yani halkalar kısacık bir ömre sahip! Nedense halkaların bu yok oluşu beni üzdü, canımı sıktı. Bunun nedeni acaba ömürlerinin insan hayatına benzemesi miydi?
Yağmur damlası küçük bir halka, giderek büyüyen bir halka ve son… Tekrar bir yağmur damlası ve halka, tekrar, tekrar… Tabii bu seyir hep böyle devam etmedi. Yağmur damlaları birbiri ardına inmeye başladı ve halkalar, halkalar, halkalar aynı anda oluştu. Yağmur hızını iyice artırınca su birikintisinde tam bir kargaşa hali ortaya çıktı. Halka var mı yok mu, artık anlaşılamıyordu.
Islandım; hem de ne ıslanma! Her tarafımdan sular akıyordu. Etrafta benden başka yağmur altında kalan hiç kimse yoktu, herkes bir yerlere sığınmıştı. Hani suyun içinden çıkan kedi, köpek gibi hayvanlar silkinirler ya; ben de öyle yaptım. Etrafa sular saçtım; bu çok komikti. Oyun gibiydi…
Aslında oyun oynamanın zamanı değildi; binaya dönmem gerekiyordu.
Acele etmeli mi yoksa etmemeli miydim? Nasılsa olan olmuştu bir kere! Yavaş adımlarla yürümeye başladım. Binaya beş-on metre kala yağmur dindi. Sağanak yağmur işte böyleydi: Birden başlar ve kısa bir süre geçince de sona ererdi… Demek ki yağmurun da bana kastı varmış! Güneş tekrar “merhaba” diyordu.
“Ahmakıslatan” dedikleri yağmur, acaba bu muydu? Sanmam. Çünkü bir ahmak bile böyle benim kadar ıslanmayı beceremezdi!
İçeri girdiğimde bana hayretle bakanlar, gülenler, birbirinin kulağına bir şeyler fısıldayanlar oldu. “Ah, vah” çekenler ve tabii laf atanlar da vardı. Biri gülerek:
-Lağım faresi geliyor. Kaçın!
Demez mi? Çok kızdım bu lafa. Yanına gidip gözünün üstüne bir yumruk atmayı düşündüm. Evet ama sadece düşündüm, yapamadım!
Odaya girip üzerimdekileri çıkardım. Bunların yerine giyebileceğim yedek giysilerim olmadığından pijamamı ıslak vücuduma geçirip yatağa yattım. Üşüyordum Birkaç kere hapşırdım. Yorganı başımdan aşağıya çekip nefesimle ısınmayı denedim. Uyumuşum.
Öyle bir uyuma ki! Deliksiz uyku dediklerinden… Uyanamadığım için akşam yemeğini de kaçırdım. Gözlerimi açtığımda sabah olmuştu ve zaten birazdan da kahvaltıyı haber veren zilin sesini duydum.
Giyinmek için yataktan çıktım. İç çamaşırlarımı ve elbisemi giydim. Hâlâ ıslaklığı geçmemiş giysiler vücuduma yapıştı. Gene üşümeye başlamıştım. Koşarak kahvaltıya gittim. İçtiğim iki bardak çay içimi ısıttı, beni biraz rahatlattı.
Bu hastanedeki ilk günüm çok kötü geçmişti. Birçok aksilik beni bulmuştu. Bunu düşünmek moralimi bozdu. Ya hep böyle giderse, ben bu kadar aksiliğe bunca zaman nasıl katlanacaktım?
Nitekim ikinci günün ilk olayı da başlamak üzereydi:
(Devam edecek...)