-Ülkeleri deliler idare etmeli!
-Zaten öyle değil mi?
**
Gözlerim yan taraftaki ağacın dallarındaki cevizlere takıldı. Ne kadar çoktu. Kimsenin koparmayı akıl etmediği belli. Yattığım yerden kalktım, cevizleri toplamaya başladım. Yirmi tane kadar olunca oturup üzerlerindeki yeşil kabuğu soydum. Ellerim biraz boyandı, ama olsun. Ceviz boyası öyle kolay kolay çıkmaz, günlerce kalır elde…
Taş aramaya başladım. İki tane buldum. Birini alta, cevizi de onun üzerine koyup öteki taşla kırdım. Sert kabuğun içinden çıkardığım ceviz içini ağzıma attım, hafif buruk bir tadı vardı. İkinciyi yemeden önce ceviz içinin üzerindeki zar gibi ince kabuğu soymayı akıl ettim. Şimdi çok lezzetliydi ve hoş bir kokusu vardı. Üçüncü, yediğim son ceviz oldu.
İleride iki tane küçük kuş gördüm. Çok güzel sekiyorlar ve cıvıldaşıyorlardı. İki tane şirin serçe… Bunları daha yakından görmek için cevizlerimi dönüşte almak üzere orada bırakıp ayağa kalktım. Beni görünce pırrr diye bir ses çıkarıp küçücük kanatlarını çırparak havalandılar. Onları rahatsız ettiğimi anladım; canım sıkıldı. Her ne kadar kötü bir niyetim yoksa da hayvanlar bunu nereden bileceklerdi!
Çok geçmeden tekrar geldiler. Boşuna üzülmüşüm. Bu sefer eski yerlerine değil de benden biraz daha uzağa kondular. Artık onlara yaklaşmayı düşünmüyordum, üstelik buradan da hareketlerini takip edebilirdim. Birbirlerine temas ediyorlar, gagalarıyla hafifçe dokunuyorlardı. Ötekine göre daha küçük olanı yerde yiyecek buldu. Gagasına alıp yutmaya çalıştı; büyük gelmiş olmalı ki yutamadı ve ağzından düşürdü. Diğeri düşen yiyeceği hemen kaptı, ötekinin yapamadığını o yaptı yani bir kerede yuttu. Yemini düşüren yiyene ne kızdı ne de saldırdı. Sanki hiçbir şey olmamış gibi sağı solu gagalayarak etrafta yem aramaya başladı. Acaba aynı durum biz insanların başına gelseydi ne yapardık?
Oradan uçup gidinceye kadar bu çıtı pıtı yaratıkları seyrettim. Sonra cevizlerimi almak için geri döndüm. Bir de ne göreyim! Bir karga benim cevizlerimi karıştırıp duruyor. Bazılarını gagasıyla almaya çalışıyor, başaramayınca bırakıyor. Diğerini deniyor, gene olmuyor. Sonunda bir tanesini gagasına sığdırdı ve uçarak uzaklaştı.
Karganın bu haline güldüm. Cevizi aldı kaçtı da o ceviz onun ne işine yarayacak? Bu davranışı bana aynı zamanda kargaların hırsız oldukları söylentisini de hatırlattı. Ama bu “hırsız” yakıştırmasını derhal reddettim. Neden hırsız olsunlar ki? İnsanoğlu kendi kusurlarını hayvanlara da yükleme alışkanlığından vazgeçmeli.
Kargayı takip ettim. Yükseldikçe yükseldi ve ağzındaki cevizi düşürdü. İşte olacağı buydu! Hoş, düşürmese de o cevizi kırıp yiyemezdi ki… Yanılmışım. Sonradan anlayacaktım bunu. Karganın ağzından düştüğünü sandığım ceviz hızla beton zemine çakılınca param parça oldu. Ve karga pike yaparak etrafa dağılan ceviz parçalarının olduğu yere süzüldü. Bunları teker teker toplayarak yedi. Daha sonra benzeri olayları yaşayınca anladım ki karga çok zeki bir hayvan. Cevizi nasıl kıracağını biliyordu. Havadan cevizi toprak zeminin değil de betonun üzerine bırakması bunu kanıtlıyordu. Öyle ya hayvancağızın elimi var da taşı ya da çekici alıp cevizi kırsın!
Diğer günlerde de topladığım cevizlerden almasına göz yumdum; bazen hiç canım ceviz yemek istemediği halde sırf onun için ceviz topladım. Dolabımın içinde arkadaşım karga için biriktirdiğim cevizler bile olduğunu söylersem belki de şaşırırsınız. Ama şaşırmayın, çünkü artık o benim arkadaşım hatta dostum oldu.
Ben bunu dedim ya, birileri hemen “Kılavuzu karga olanın burnu b.ktan kurtulmazmış.” Sözünü hatırlatacaklar. Halt etmiş bunu diyenler… Dostum karganın bana yaptığı kılavuzlukları hiçbir insan yapmadı. Beni tanıyordu, görür görmez başımın üzerinde uçmaya başlıyordu. Bana kötü gözle bakanları seziyor ve onlara karşı saldırıya geçiyordu. Hakkımda iyi düşünmediğini hissettiği insanları etrafımdan uzaklaştırmaya çalışıyor, bazen de bunların kafalarına gagasıyla sert darbeler indiriyordu.
İmparator’a bile saldırma cesaretini gösteren dostum karga, az kalsın bu katil tarafından öldürülecekti. Zaten ona saldırmayı bir kere denedi ve tehlikenin ne kadar büyük olduğunu anlayınca ondan hep uzak durmaya çalıştı.
Daha sonra bu dostumu odamın camının dışında da görmeye başladım. Benim bu odada olduğumu nereden biliyordu, beni burada nasıl bulmuştu? Soruları aklıma gelse de cevaplarını veremiyordum. Camın kenarına konuyor, camı gagalama filan gibi herhangi bir hareket yapmadan beni gözetliyordu. Ben yataktan kalkıp, giyinip, onun yiyeceği cevizi cebime koyup kapıya yöneldiğimde karga dostum da buluşma yerimize gitmek için havalanıyordu.
Dikkatimi çeken bir nokta da şu oldu: Havaların kötü olduğu ya da olacağını sezdiği günlerde cama gelmiyordu. Çünkü o günlerde benim odadan dışarı çıkmayacağımı biliyordu. Tabii onun bu davranışı sayesinde ben de kolaylıkla hava tahmininde bulunabiliyor ve ona göre davranıyordum. Yani karga dostum geldiyse o gün hava iyi, gelmediyse kötü olacak demekti.
Derken havanın çok güzel olduğu bir gün karga dostum cama gelmedi. Dışarıda olduğunu düşündüm: Yoktu. Sonraki gün de gelmedi. Daha sonra da… Ölmüş olabilirdi. Bunu kabul etmek istemesem de dostum, arkadaşım galiba ölmüştü. Hani kargaların ömrü uzundu? Benim karga dostuma gelince neden kısaldı bu ömür? Saçma sorular biliyorum, hoş görün! Biz dost olduğumuzda bu karganın kaç yaşında olduğunu biliyor muydum da böyle saçma sorular soruyorum!
Çaresizlik insana akla hayale gelmeyecek şeyler de yaptırıyor. Ben belki görür de gelir diye camın dışına birkaç tane ceviz bile koydum. Her sabah kalktığımda ilk işim cam kenarına gidip cevizlere bakmaktı. Sadece sabah mı? Hayır. Kahvaltıdan ve yemeklerden sonra odama geldiğimde de… Cevizler günlerce durdu. Ne gelen vardı ne de giden… Ta rüzgâr uçurana kadar cevizler hep orada kaldı.
Onunla geçirdiğimiz son günde yaşadıklarımızı hatırlamaya çalıştım: Hep cevizi bütün olarak ona verdiğim halde o gün kırıp ayıklamıştım. Elimle ağzından besledim. Minnet dolu bakışlarını unutamam. Ceviz bitince geldi omzuma kondu, başını enseme sürttü. Sonra gagasıyla saçlarımı karıştırmaya başladı. Elimle sırtına dokundum, tüylerini okşayıp düzelttim. Arada bana kaçamak bakışlar atıyordu. Göz göze geldiğimizde birkaç saniye sonra uçup gideceğini ve bu bakışmanın son birlikteliğimiz olduğunu fark edemedim. Gökyüzüne doğru yükseldi, yükseldi; tam benim üzerimde kocaman bir daire çizip gözden kayboldu.
Kimse bu gidişe bakıp da onu vefasızlıkla suçlamasın. Hele hele sakın ola ki “Besle kargayı oysun gözünü!” demesin. Valla ne sansür dinlerim ne mahkeme; edebi medebi bir yana bırakıp basarım küfürü…
Anama bu kadar ağlamamıştım. Dostum kargayı kaybetmiş olmam içimi dağladı, acısı günlerce geçmedi. Onu hatırladıkça göğsüme bir ağırlık çöküyor, nefes almakta zorlanıyordum. Onunla tatlı sohbetlerimiz oldu. Bazen dertleştik, bazen neşelendik. Benim anlattıklarımı dinler, kimi zaman kafasını sallayarak ya da sesler çıkararak anlattıklarımı onaylardı. Bir keresinde onu çok sevdiğimi söyledim. “Ben de…” Dedi. Belki de bana öyle dedi gibi geldi. Keşke her gün onu sevdiğimi söyleseydim, keşke…
Benim karga ile olan ilişkim, ardından tuttuğum yas bazılarının dikkatinden kaçmamış olacak ki benimle alay edenlerin, arkamdan “Kargacı” diye bağıranların sayısı her geçen gün arttı. Zaten daha sonra da adım “Kargacı” olarak kalacaktı. Onlar bana bu adı aşağılamak, en azından alay etmek için vermişlerdi ama ben tam tersine böyle bir adım olduğu için onur duyuyordum.
Beni anlayan, teselli eden, akıl veren, dostumu kaybetmenin acısını paylaşan tek bir kişi vardı: Toprak Baba. Gerçekten de bu adam adına layık bir insandı. Toprak; ırk, dil, din, cinsiyet, hatta canlı türü ayrımı yapmadan ve de almadan nasıl ki herkese, her canlıya veriyorsa, o da öyleydi.
Toprak Baba’nın şu sözlerini aklımın bir köşesine yazdım ve umutsuzluğa her kapıldığımda tekrarladım: “Bak evlat! Ölüm mukadderattır. Hiçbir canlı bu yazgıdan kaçamaz. Geride kalanların ölenler için yapabilecekleri gerçekte hiçbir şey yoktur. Tabii kaybettiklerimiz için üzülürüz, ama sadece üzülmekle kalırız. Çünkü üzüntümüz de onları geri getiremez ki! Her canlı yalnız doğar, yalnız yaşar ve yalnız ölür. Nasıl ki ölüm her canlı için mutlaksa, yalnızlık da öyledir. Yalnız yaşamayı öğrenen hayatın sürprizlerini en az hasarla atlatır.”
Madem söz kuşlardan açıldı, burada yaşadığım ilginç bir kuş hikâyesini de anlatayım:
Ağaçların çiçek açtığı bir zaman dilimiydi… Kuşların cıvıldadıkları, öttükleri; oradan oraya neşe içinde uçtukları bir gündü. Bahçede dolaşıyorum. Basket maçı yapanları izlemek amacıyla oraya doğru yöneldim. Biraz izledim, sıkıldım. Oradan ayrılmaya karar verdim. Birkaç adım gidince bir ağacın üzerinde üç adam gördüm. Üçü de farklı dallardaydılar. Acayip sesler çıkarıyorlardı. Çıkardıkları seslere bir anlam veremedim. Orada ne yaptıklarını da anlayamadım.
Ağacın altında birkaç kişi gördüm. Birini tanıdım: Geveze. Ağaçtakilere bir şeyler söylüyordu. Fark edince susup dinlemeye başladılar. Geveze, arkasına dönüp maçı seyredenlerin de duyabileceği bir sesle:
-Evet sevgili seyirciler! Az sonra dünya müzik tarihinde bir ilke tanıklık etmiş olacaksınız. Dünyanın en güzel sesli kuşunu seçeceğiz. Lütfen yarışmacılarımıza bir alkış!
Seyirciler bu davete uyup alkışladılar. Alkış seslerini duyan maçtakiler de oraya gelmeye başlayınca seyircilerini kaybeden sporcular bile maçı bırakıp Geveze’nin yanına gittiler. Geveze bir yandan eliyle ağaçtaki üç adamı işaret ederken bir yandan da konuşuyordu:
-Yarışmamız az sonra başlayacaktır. Önce sizlere jüri üyelerimizi tanıtıyorum: Solumda Uçan Kanatlı Kuşlar Derneği Başkanı, onun yanında Sanat Müziği Koro Şefi ve sağ tarafımda ise Kanarya Sevenler Derneği Başkanı… Jüri üyelerimiz için de bir alkış rica edeceğim.
Geveze’nin sağında ben vardım. Acaba başkası var da ben mi görmedim diye düşündüğümden etrafa iyice bakındım. Yoktu. Ben Kanarya Sevenler Derneği’nin adını bile şimdi duyuyordum. Mutlaka bir yanlışlık olmalıydı. Oradan gitmek için hamle yaptığımda niyetimi anlayan Geveze elimden tutup kendine doğru çekti. Kaçış yok, jüri üyeliği de yapacaktım.
-Lütfen sessiz olalım. Sessizlik, lütfen sessizlik… Şimdi size ilk yarışmacımızı takdim ediyorum: Altın sesli, neşeli, milyonların sevgilisi Kanarya huzurlarınızda…
Takdimden sonra ayağında yeşil pantolonu, sırtında sarı tişörtü ve boynunda kahverengi kaşkoluyla etrafa gülücükler dağıtan Kanarya ötmeye başladı. Cızırtıya benzeyen bir sesten başka bir şey duymadım ben. Kulağımı tırmalayan bu ses bereket sadece iki-üç dakika sürdü. Şarkısı bittikten sonra aldığı alkışları duyunca belki de ben müzikten anlamıyorum diye düşündüm.
-İkinci olarak kırların efsane sesi, dünya güzeli Keklik huzurlarınızda…
Önce, kekliğin ayağındaki kırmızı ayakkabılar dikkatimi çekti. Açık kahverengi, gri ve sarı karışımı bir pantolonun üzerine siyah, beyaz ve mor renklerin hakim olduğu kareli bir gömlek giymiş; dudaklarına kırmızı boya sürmüştü. Kasılarak yürümesinden de çok gururlu olduğu kolayca anlaşılıyordu. Şarkısına başladı: Birkaç kere gagurrak gugarrak deyip durdu sadece… O da seyircilerden hak ettiği alkışı aldı.
-Ve son yarışmacımız: Şakıyan bir ses, ormanların süsü, gören gözlerin harikası Bülbül huzurlarınızda…
Bülbülün ölçülü, olgun yani vakur bir görünüşü vardı. Gözlerinin etrafına beyaz bir boya sürmüştü. Giysilerinde kızıl ve kahverengi hakimdi. O da şarkısın söyledi. Daha önceki dinlediğim bülbül sesleri ile onun söylediğinin uzaktan yakından bir ilgisi yoktu. Tabii o da alkışlandı.
-Değerli seyircilerimiz, yarışmacılarımızı dinledik. Şimdi jürimiz toplanacak ve kararını biraz sonra açıklayacaktır. Sizlerden ricamız birkaç dakika beklemenizdir.
Sanki çok güzel ya da önemli şeyler söylemiş gibi Geveze’nin bu son sözleri çılgınca alkışlandı. Alkışlar Geveze’nin hoşuna gitmiş olmalı ki havalara girerek bize yani jüriye emirler yağdırmaya başladı.
Toplandık. Ben şarkıların hiçbirini beğenmemiştim. O nedenle tarafsız kalacağımı, oy vermeyeceğimi söyledim. Diğer iki üye farklı adaylardan yana oy kullanıyorlar; bir türlü anlaşmaya yanaşmıyorlardı.
Zaman geçtikçe seyircilerin sabrı tükendi. Önce adaylarını destekleyen sloganlar atmaya başladılar:
-Kanaryam senin için ölmeye geldik!
-Bülbülüm seni altın kafese değil, kalbimize koyduk.
-Kekliğim seni düz ovada da ağaç üstünde de kimseye avlatmayız.
Sonra ortalığı homurdanma sesleri doldurdu ve en sonunda da karşılıklı küfürler, hakaretler… Küfür ve hakaretlerden en çok pay da maalesef bana düştü.
-Bu yarışmada şike var. Baksanıza jüri üyelerinden biri Kanarya Sevenler Derneği Başkanı ve bir yarışmacı da Kanarya. Bu bal gibi şikedir, şike…
Sözlerini duyan Keklik ve Bülbül taraftarları bana saldırdılar. Biraz tartakladılar, Geveze kurtarmasaydı daha kötüsünü de yapabilirlerdi. Adını bile az önce duyduğum bir dernek yüzünden ağzımın burnumun kırılması işten bile değildi.
Seyircilerin taşkınlıkları ağaç dallarındaki yarışmacı kuşlara da geçti. Onlar da birbirlerine küfürler yağdırmaya başladılar. Bu onlara yetmemiş olacak ki, yumruklaşmak için üçü birden aynı dalın üzerine geldiler. İşte ne olduysa o zaman oldu… Şiddetli bir çatırtı sesi bütün sesleri bastırdı, herkes ağzı açık bir şekilde sahte kuşların yere çakılmasını seyretti.
Çatırtıyı duyan güvenlik elemanları koşarak geldiler. Yerde yatanları kaldırmaya çalıştılar ama olmadı. Düşenler acı içinde kıvranıyor ve bağırıyorlardı. Bunun üzerine güvenlikçiler telsiz ile cankurtaran gönderilmesini istediler. Cankurtaran sirenleri birkaç dakika sonra duyuldu. Sağlık ekibi yaralıları muayene ettikten sonra, üç kuşun da pardon akıl hastasının da sol ayaklarının kırıldığı teşhisini koydu.
Yarışmanın sonucu şöyle: Yarışmacıların kondukları dal kırıldığı için jüri yarışmayı iptal etti.
Gene devlet konusundayız…
Dedikoducu kurulacak devletle ilgili bolca haber getirdi. Tüm söylediklerini yazsam sayfalar almaz. O nedenle özetleyerek anlatacağım:
İmparator’un araştırma görevi verdiği adamları işlerini çok iyi biliyor ve yapıyorlarmış. Buradaki tüm hasta, doktor ve görevlileri tek tek fişlemişler. Herkes için ayrı bir dosya açılmış. Kişinin dosyasında en ufak ayrıntılara bile yer verilmiş. Tabii bu çalışmalar öyle hemencecik yapılacak işler değil; aylarca sürmüş. Her gün çalışmalarla ilgili olarak İmparator’a rapor vermişler, fişledikleri hakkında önemli bir nokta varsa bilgilendirmişler.
Elde edilen bilgilerden hareketle önce devletin güvenlik birimini oluşturmuşlar. Burada görev verilecek elemanlar tespit edilip bunlardan ağzı sıkı olanlarla irtibata geçilmiş. Çalışmaların diğer önemli bir yanı da devletin mali kaynakları sorunuymuş. Ekip bu konuda bazı projeler üretiyormuş.
Bilmem, Dedikoducu’nun beni bir kez daha anlattıklarını kimseye söylememem konusunda tembihlediğini ve benimde bu konuda tekrar söz verdiğimi söylememe gerek var mı?
-Herkes fişlendiğine göre, benimle ilgili de bir şeyler mutlaka dosyada yer alıyordur. Benim hakkımda yazılanları biliyor musun? Diye sordum.
-Evet biliyorum. Yazılanları kelimesi kelimesine söyleyeyim: Kargacı. Suya sabuna dokunmaz; kimsenin etlisine sütlüsüne de karışmaz. Kuşlarla, böceklerle, ağaçlarla uğraşarak vaktini geçirir. Kendisinden hareketimize herhangi bir zarar gelmez. Gerekirse ileride hareketimiz için kendisinden yararlanılabilinir.
-Devleti ne zaman kuracaklar? Tarih belli mi?
-Devletin kurulacağı tarih, devletin şekli, hatta kimlerin hangi görevlere getirileceği hepsi belli oldu. Tarihi sana söyleyemem. Şu kadarını bil, çok uzak bir tarih değil.
-Başhekim, doktorlar ve diğer personel ne diyecek bu işe? Onlar razı olacaklar mı?
-Sen söylediklerimden bir şey anlamamışsın! Yoksa böyle boş boş konuşmazdın. Başhekime filan soran kim ki! Adamlar darbe yapacaklar darbe… Hepsini alaşağı edecekler… Sonra da sıra gerçekleştirecekleri devrimlere gelecek. Tabii bu iş o kadar kolay değil; kelle koltukta! Sonunda mutlaka birilerinin canı çok yanacak… Canı yananlar bu taraftan mı öteki taraftan mı olacak, bunu da zaman gösterecek.
Bir çığlık duyunca sustu. Ama bu seferki korku değil, bir sevinç çığlıydı. Çığlık atanı da gördüm: İzmaritçi. Bazıları ona kefalci de diyor. Sigara alacak parası olmasına rağmen onun bunun attığı izmaritleri toplayarak içiyordu. Eğer bulduğu izmarit büyükse bir sevinç çığlığı atarak üzerine atlıyor, küçükse insanların cimriliğinden yakınıyordu.
(Devam edecek...)