Denizli Çardak'dan halen unutamadığım çok güzel anılarla ayrıldık. Tabi ki bunun yanında
büyük hayat dersleri de aldım.
Şükrü dedenin ve Naciye ninenin rahmetli babama öz evlatları gibi sahip çıkmaları bir yana
Türk köylüsünün yurdumuzun en önemli şairlerinden Nazım Hikmet RAN'ın bir şiirinde söz
ettiği gibi "Topraktan öğrenip kitapsız bilen, Hoca Nasrettin gibi ağlayan, Bayburtlu Zihni gibi
gülen olduğunu.
Yine Kezban yengenin insancıllığı yanında çalışkanlığı da ulu önderimiz Mustafa Kemal
Atatürk'ün "Anadolu köylü kadınının üstünde kadın çalışmasını zikretmeye imkan yoktur ve
dünyada hiçbir milletin kadını ben Anadolu kadınından daha fazla çalıştım, milletimi kurtuluşa
ve zafere götürmekte Anadolu kadını kadar himmet gösterdim diyemez."sözünü hatırlattı ve bu
sözünde ne kadar haklı olduğunu gördüm.
Büyüğünden, küçüğüne, gencinden yaşlısına bize öyle bir misapirverlik göstermişlerdi ki belki
bizler şehirde onları, onların bizi ağırladığı gibi ağırlayamazdık. Nitekim daha sonraları
Şükrü dedenin ailesinden bazıları zaman zaman ziyaretimize geldiler. Elimizden gelen her şeyi
yapmış olsak da, bu konuda onlar kadar başarılı olduğumuzu söyleyemem.
Yıllar sonra o köyün çocukları, gençleri okuyup çok iyi mevkilere geldiler. Zaman zaman
düşünürüm keşke bu güzel ailenin devamını köyde sürdürselerdi diye. Ama tüm Anadolu
köylerinde olduğu gibi Çardak'dan da şehirlere bir göç oldu. Bu kaçınılmaz bir sonuçtu.
Gerçi Çardak'da artık o günkü Çardak değil, oldukça gelişti. Hatta neredeyse bir şehir gibi oldu.
Bugün Çardak'da Hava alanı bile var. Kim bilir belki de bu günkü Çardağın mimarlarının çoğu
o günkü köy gençleridir.
Ama benim özlemimde halen o yolları tozlu, insaları huzurlu, sevgi dolu. Mis gibi kahvaltıları,
sıcak yufka ekmeği kokusu, Kezban yengenin süzme yoğurdu olan küçük Çardak, köy Çardak
var.
Zaman zaman bu duyguyu ruhumun derinliklerinde hissederim. Babamın ikinci memleketi
Çardak köyünü, Annemin memleketi Düzce'nin Çiftlik köyünü özlerim.
Şimdide bir sahil köyünde özellikle yaz ayları tertemiz bir hava soluyorum. Şimdi yaşadığım
köyde de Egenin güzel insanları var. Ama hani derler ya ah bizim zamanımız diye. O günler
bir başkaydı sanki.
Hele büyük şehirlerin kalabalığını, trafiğini gördükçe, zaman zaman en yakın komşumuzla
bile günlerce konuşamadığımızı, çoğu kere bir birimize selam bile vermediğimizi yaşadıkça,
o güzel günlerin ya da köy hayatının değerini daha da çok anlıyorum.
Rahmetli babamdan bana ve kardeşlerime uzanan bir sevgiydi Çardaklılarla tanışıp Çardağı
yaşamak. Hayat her zaman acı vermiyor, acı olaylarla karşılaştırmıyor insanı. Zaten sürekli
acılarıyaşamak hayatı çekilmez hale getirir. Ben de size sürekli yaşadığım sıkıntıları, acıları
arka arkaya anlatsaydım. Belki anlattıklarım sizi sıkabilirdi. Elbette her insan gibi ben de
acı yaşadığım, zor günler yaşadığım kadar böyle güzel günlerimde oldu.
Türkiye'de seksenlerde çekilen acılar, tasaların temeli aslında altımşlı, yetmişli yıllarda
atılmıştır. Ben o dönemin gençlerinden olduğum için en büyük acıları yaşayanlardan
birisiyim. Şimdiye kadar anlattıklarım aslında hep yetmişli yıllarda yaşadıklarım. Galiba hikaye
asıl bundan sonra başlıyor.
Gelecek için umutları, hayalleri olan. Bu hayalleri gerçekleştirmek için zor şartlarda
Üniversite okuyan idealist bir genç. Günün siyasi ve ekonomik şartları bir çok genç gibi onu da
olayların içine çekiyor.
Aslında gençlerin haklı gerekçeleri olsa da, onları farklı amaçlarla karşı karşıya getiren dış
güçler, emperyalist güçler. Kardeşin kardeşi vurup öldürdüğü. Arkadaşın arkadaşını düşman
gördüğü o zor günler.
Bilanço: Gençler ve işçiler arasında yüzlerce ölü, binlerce yaralı, olayların artık önlenemez
hale gelmesi yanında, 12 Eylül 1980 öncesi dönemin son Başbakanı Süleyman Demirel'in
"70 sente muhtacız" sözü ile özetlenen dış ticaret açığındaki artış ve döviz dar boğazı; işsizlik,
kıtlık ve iş yeri anlaşmazlıkları. Bitmeyen grevler, lokavtlar.
Evet hikaye şimdi başlıyor.
Yirmi sekizinci bölümün sonu
Mehmet Fikret ÜNALAN