Siz hiç aklı başında bir şair gördünüz
mü? Ben kati bir şey söyleyeyim size: Sıradan ve akıllı olduğunu iddia eden
kişiden şair olmaz. Şair devamlı bir arayış içindedir, bir yolculuk. Şairler
sürekli kendilerine doğru bir yolculukta olduklarından sık sık kendilerini
kaybederler. Bunların dışındakiler karaladıkları şeyleri şiir diye sunup,
kendilerini şair diye tanıttıklarında bu kuru bir reklamdan öteye geçemez.
Peygamber Efendimiz (s.a.v) bir Hadis-i
Şerifinde “Şiir hikmettir” der. Bu minvalde şair de hikmet sahibi olur. Hikmet;
eşyada gizli olan ilâhî sırlar ve gayelerdir. Bu İlâhî sırların ve amaçların
peşine düşen şairin metafizik akıma kapılması ve bu akımdan kaynaklanan
ürpertiyi bedenen ve ruhen yaşaması kaçınılmazdır. Eşya ve hadiselerin yanında
duramayıp, derinine inmek veya maverasına çıkmak istemesi de bu metafizik akımın
neticesidir. Şehir yaşantısının içinde yükselen gökdelenler adeta üstlerine
yıkılmaktadır gerçek şairlerin. Metropol yaşantısı bir kâbustur. Bu kâbusu
bitirmek için haykırmak, göğsünde ağlayan sancılarını ilâhî bir kaynakla
emzirmek; sakin, dingin ve huzurlu bir ortam aramakla geçer şairlerin yaşantıları.
Onu şiir yazmaya zorlayan “ilham” denilen içindeki o İlâhî duygunun dışa
vurumudur. Şiir masa başında, otantik bir ortamda “hadi ben bir şiir yazayım”
deyip de yazılan bir şey değildir. Burada amaç o iç sesin dışa yansıması. O
yüzdendir ki, Yahya Kemal; “Şiir yazma” değil, “Şiir söyleme” ifadesini
kullanmıştır. Şairin her zaman söyleyemediği sözler vardır. Her şiir bir
sonraki şiirin altyapısıdır aynı zamanda. Daha iyiyi, daha güzeli söylemektir
gayesi. Çocuk yaşından beri şiir yazarak biriktirdiklerini söylemekten
kaçınmayan Necip Fazıl;
“Ölecek
miyim tam da söyleyecek çağımda / Söylenmedik sözlerin hasreti dudağımda.” Diyerek,
söyleyemediği sözlerin hasretini dile getirir.
Halk arasında şairlik daha çok âşıklık,
meczupluk olarak algılanır. Çünkü âşık olan kişi aklıyla değil duygularıyla
hareket eder, sıra dışı hallerinden dolayı da meczup olarak nitelendirilir. Şairin
düşüncesi, duygusu, aklına ve ruhuna geçirilmiş bir prangadır ve bu düşünce
esareti onu çıldırtır. Ümit Yaşar Oğuzcan’ın; “Düşüncem var, dağlar kadar / Deli olmak işten değil…” Dizeleri de
bu esaret zincirinin bir tezahürü.
Her şair, kendi dışında yaşadığı ve iç
dünyasında depoladığı boğuntuyu, sevinci sağanak halinde dökmekten asla imtina
etmez. Aşk, para, şehvet, çile, Allah veya Peygamber. Dış âlemde hemhal olup içinde
biriktirdiği ne varsa dışına süzülen de o eğilimdedir.
Günümüzün usta şairlerinden Yavuz
Doğan’ın;
“Ruhumda
üç beş zorba tespih sallıyor bugün / Belli
ki kalem yine cinayet işleyecek.” Dizeleri, aklı başında bir adamın
söyleyeceği söz müdür? Dizeler sanki cinnet anında yazılmış gibidir. Aslında
toplum hayatında yaşanan zorbalıklara, başıboşluğa, vefasızlığa vs. bir tepki
olarak kendi dâhilinde bir kabadayıya bürünen şair kalemiyle yaşanılan tüm
olumsuzlukların katili olacağını dile getirir. İç ve dış böylelikle dizeler
vasıtasıyla çarpışır. Ruhen serseri ve çizgi dışı olmalarından dolayı şairlerin
cahiliye döneminde kâhin, büyücü ve cinlerle ilişkisi olduğuna inanılırdı. Cahiliye
Araplarının zihninde şairler, Gayb ile ilişkisi olan üstün kişiler
konumundaydı.
“Şair olunmaz, şair doğulur.” Her ne
kadar Necip Fazıl şair oluşunu basit bir sebebe bağlasa da, aslında temel sebep
aldığı İlâhî bir işaretin, ruhunda kıvranışı ve benliğinde uyanışıdır. Üstad
metafizik akımın ürpertisini bütün benliğiyle öylesine hissetmiş ki, bohem zamanlarında
kadına yazdığı şiirler, hidayete erdikten sonra yerini Allah aşkına bırakmış, ama
içindeki o akım eksilmemiştir. Zaman, inanç, ölüm, fikir çilesi ekseninde
trajik bir şekilde kıvranıp durmuştur. Çile şiirini yazdığında ve şiirlerini
Çile’de topladığında inançlı bir kişiliğe sahipti. Buna rağmen Cemil Meriç; “Necip bir çileden söz eder. Kitabının ismi
de Çile'dir zaten. Hakikatte çile ile iman aynı yerde bulunmaz.” Der ve
ekler “Şiir bir iman sanatıdır.” Hakikatte
de Necip Fazıl’ın ürpertisi, oluş ve ölüm arasındaki varoluş kaygısı ve bir
iman sanatıydı. Bu hisler Üstadın dizelerine şöyle yansımaktadır;
Bu
nasıl bir dünya, hikâyesi zor;
Mekânı
bir satıh, zamanı vehim
Bütün
bir kâinat muşamba dekor,
Bütün
bir insanlık yalana teslim.
Aylarca
gezindim, yıkık ve şaşkın,
Benliğim
bir kazan ve aklım kepçe.
Deliler
köyünden bir menzil aşkın,
Her
fikir içimde bir çift kelepçe
Niçin
küçülüyor eşya uzakta?
Gözsüz
görüyorum rüyada, nasıl?
Zamanın
raksı ne, bir yuvarlakta?
Sonum
varmış, onu öğrensem asıl?
Yukarıdaki Çile şiirinde de görüldüğü
gibi, Necip Fazıl aklını yitirecek derecede ruhi bir ıstırap ve fikir çilesi
çekmektedir. Şair yazar Mehmet Kurtoğlu “Necip Fazıl” kitabında: 1983 yılında üstadın
vefat haberini duyduğunu, ardından “Çile” ile tanıştığını ve o tarihten sonra
üstad ile ilgili her şeyi takip etmeye başladığını, özellikle Çile’yi
ezberlercesine okuduğunu, henüz 15-16 yaşlarında hafakanlar geçirdiğini
nihayetinde marazi bir halet-i ruhiyeye kapıldığını söyler. Demek ki bir şairin
içinde yaşadığı o tılsımlı ürpertiler, aynı duygu ve düşünceye sahip olan başka
bir şairi çok derinden, hastalık derecesinde etkileyebiliyor.
Başka örneklerle devam edelim: Şair
kendini yaşadığı vatanın, memleketin, mahallenin, sokağın sorumlusu gibi görür
ve öyledir de. Bu sorumluluk yüce yaratıcının onlara bahşettiği bir rütbedir.
Haksızlık karşısında haykırmaktan asla geri durmazlar. Mehmet Emin Yurdakul,
şairin susmaması gerektiğini “Bırak Beni
Haykırayım” isimli şiiriyle çok güzel ifade etmektedir.
Ben
en hakir bir insanı kardeş sayan bir ruhum;
Bende
esîr yaratmayan bir Tanrı'ya iman var;
Paçavralar
altındaki yoksul beni yaralar;
Mazlumların
intikamı olmak için doğmuşum.
Volkan
söner, lâkin benim alevlerim eksilmez;
Bora
geçer, lâkin benim köpüklerim kesilmez.
Bırak
beni haykırayım, susarsam sen matem et;
Unutma
ki şairleri haykırmayan bir millet,
Sevenleri
toprak olmuş öksüz çocuk gibidir;
Zaman
ona kan damlayan dişlerini gösterir,
Bu
zavallı sürü için ne merhamet, ne hukuk;
Yalnız
bir sert bakışlı göz, yalnız ağır bir yumruk!
Bir adam düşünün ki; Hakir görülen bir
insanı kardeş sayacak, üstü başı yırtık bir yoksul gördüğünde derinden yaralanacak,
toplumun ve yaşadığı zamanın derdiyle dertlenecek kadar merhametli. Mazlumların
intikamı olmak için doğduğunu iddia edecek kadar fevri, yanardağ sönse bile
alevi eksilmeyecek kadar ateşli, fırtına geçse bile köpükleri kesilmeyecek
kadar coşkun, zulmedenlere zavallı sürü diyecek kadar yürekli, onları bir sert
bakış ve bir yumrukla dize getirecek kadar cesur. Sustuğum zaman matemin olsun
bırak beni haykırayım diyecek kadar asi ve en önemlisi; “Unutma ki şairleri
haykırmayan bir millet, Sevenleri toprak olmuş öksüz çocuk gibidir” diyecek
kadar da şair. Dışında yaşadıklarını içine atan, içi içine sığmayan bir adamın
haykırışı. Düşünceleri altında kıvranan, gönlü, göğsüne sığmayan bir şair. Peki,
bu duyguları yaşayan bir adam sıradan olabilir mi?
Şair ve yazarlar üzerine araştırma yapan
Sigmund Freud, şair ve yazarları “nevrotik”
olarak nitelemiştir. Freud’un bahsettiği nevrotik rahatsızlık, aşırı ve yoğun
yaşandığı durumda insanın yaşamını çekilmez hâle getirebilen ruhsal bir
rahatsızlıktır. Her şiir, şair için bir sancıdır. Nasıl ki bir kadının doğumdan
önce ve sonra psikolojisinde ciddi dalgalanmalar olursa şairde de, şiir
yazmadan önce ve yazdıktan sonra bunlara benzer değişimler görülür. Bazen bu
ruhsal dalgalanmalar uzun süreli ya da kalıcı olabilmektedir. Freud, bütün
bunların yanında yazar ve şairleri gökyüzü ile yeryüzü arasında diğer sıradan
insanların bilmediği pek çok şeyi bilebildiklerini, görebildiklerini ve
yazabildiklerini söylemiştir. Alfred Adler de aynı kanaati taşımaktadır. Ünlü
Alman şair Goethe ise şairlerin, esinlenme gücüne sahip olduğu için
başkalarının duyup da açıklayamadığı, büyük acı ve sevinçleri dile getirdiğine
inanır.
Türk edebiyatına şöyle bir göz
attığımızda, psikolojik hastalıklara meyilli birçok şair ve yazar olduğunu
görüyoruz. Mesela Beşir Fuat annesinde görülen cinnet (delirme) hâlinin
kendisinde görülebileceğinden endişelenmişti. Günümüzde anksiyete olarak
bilinen bu ruhsal sıkıntı onu zamanla bir başka psikolojik rahatsızlık olan
intihara (özekıyım) sürüklemişti. Abdülhak Hamit’te kadın ve alkole hastalık
derecesinde düşkünlük vardı. Bu nedenle onda hiperseksüalite (cinsel
doyumsuzluk) ve alkolizmin belirtileri bulunuyordu. Nitekim ona zendost (kadın
düşkünü) deniliyordu. Tevfik Fikret’te birkaç kişilik barındırmasıyla
dissosiyatif kimlik bozukluğunun, takip edilme korkusuyla paranoyanın,
insanlardan kaçmasıyla sosyal fobi ve şizoid bozukluğunun belirtileri
görülmekteydi. Ahmet Haşim fiziksel özelliklerinden her daim şikâyet edip
durmuştu. Bu hâl, beden dismorfik bozukluğun belirtisiydi. Yine Haşim bazen
aşırı mutlu bazen de aşırı mutsuz hâller yaşıyordu. Söz konusu davranışlarında
da manik depresif (bipolar) bozukluğun emareleri vardı. Neyzen Tevfik herkesi
hayretler içinde bırakan içki içmesiyle alkolizmin pençesinden kurtulamamıştı.
Hüseyin Rahmi Gürpınar, hastalık kapma korkusunu takıntı (obsesif kompulsif)
hâline getirmişti. Bu hastalıktan dolayı evlenmediği bile söyleniyordu.
Kendisini her zaman başkalarından üstün gören Necip Fazıl da narsisizmin (egoizm)
emareleri vardı. Ayrıca Necip Fazıl otuzlu yaşlara kadar iflah olmaz bir kumar ve
kadın bağımlısıydı. Seyyid Abdülhakîm Arvâsî ile tanıştıktan sonra fikriyatı ve
istikameti değişmiş ancak narsist karakterinden uzaklaşamamıştır. Ümit Yaşar
Oğuzcan yaşadıklarından bunaldığı için defalarca intihar (özekıyım, suicide)
etmeye kalkışmıştı. Konuşma zorluğu yaşayan Oğuzcan’da fonolojik bozukluğun
belirtileri de bulunuyordu. Cahit Sıtkı Tarancı kendi içine kapalı bir kişiydi.
Onda şizoid ve depresif bir ruh hâlinin işaretleri vardı. Ziya Osman Saba da
insanlardan kaçtığı için sosyal fobi yaşıyordu. Nurullah Ataç’ta, asabi
olmasından dolayı bir agresiflik vardı. Kemal Tahir, çok sevdiğini söylediği
birine sonradan ağır küfürler edebiliyordu. Onun bu davranışı manik depresif
(bipolar) bozukluğun emarelerini gösteriyordu. Bazen cinayet işlemek istediği
zamanlar olduğunu söyleyen Ahmet Altan’da sadistlik belirtileri görülüyor.
Boğazdan geçen gemileri saymaktan kendini alamayan Orhan Pamuk’ta takıntının (obsesif
kompulsif) işaretleri vardı. Çok ağır bir bunalıma giren Metin Kaçan da
kendisine kıyarak (intihar) bu dünyadan ayrılmıştı. Günümüzde de yakinen tanıdığım
psikoloji tedavi gören onlarca şair dostum ve arkadaşım vardır.
Yaşayan Naat şairi olarak bilinen Nurullah
Genç, “Yağmur” isimli na’tın, sancılı doğuş hikâyesini bu şekilde özetler. Ben
sosyal hayatı çok zengin bir adamım. Üniversitede şakalar yaparım,
arkadaşlarımı bir araya toplarım. Sosyal faaliyetlerim çoktur. Bir anda bunlar
kesildi. Üniversiteye gidiyorum, arkadaşlara sadece selam veriyorum.
Selamünaleyküm diyorum, Aleykümselam diyorlar, geçip gidiyorum. Merhaba deyip
geçip gidiyorum. Bir süre sonra demişler ki; “Allah Allah bu adama ne oldu? Bir
gariplik var bunda…” Bu durum devam
edince 1 hafta, 2 hafta, 1 ay aralarında demişler ki, ya herhalde bir hastalık
peyda oldu bunda, bunu hastaneye götürelim. Beni doktora, psikiyatri servisine
götürmek için hazırlık yapmışlar. Ruhsal bir problem yaşıyor diye… Çünkü içime
kapandım bir anda. Her akşam odama çekiliyorum, hep kendimle baş başayım. Duvarlarda
bütün bir tarih. Efendimizin öğretisi, mesajları… Hadis kitapları bir tarafta,
Kur’an bir tarafta. Açıyorum, bakıyorum, okuyorum, düşünmeye çalışıyorum. Böyle
bir hal. Öte yandan arkadaşlar doktora gitmişler, anlatmışlar durumu. Doktor
demiş ki; “şizofren başlangıcı, ama kendisine de söylemeyin, iyice derinleşir,
çaktırmadan hastaneye getirin.” Beni “İşte bir arkadaş hasta, görmeye gidelim”
diye hastaneye götürmeye çalışıyorlar. Anlayamıyorum ben de, bu kadar ısrar
tuhaf geliyor. Sonradan söylediler. Ben şiirin yazımını bitirdiğimin ertesi
günü hastaneye gittim. Sebebi de şu: El parmağımın ucundan ayak parmağımın
ucuna kadar bütün vücudum çıbanlarla doldu. Kıpkırmızı çıbanlar sardı vücudumu.
Doktor muayene etti ve “çok büyük bir gerilim, büyük bir stres yaşamışsınız ve “zona”
diye bir hastalığa yakalanmışsınız, bir deri hastalığı” dedi. Bir yıl kadar
tedavi gördüm ve ondan sonra izi kalmayacak şekilde iyileştim.
Tüm bu örneklerden sonra yine başta
söylediğimi yinelemek istiyorum: Sıradan, düz, devamlı aklı başında olan
kişiden şair olmaz. Çünkü bu şairliğin fıtratına terstir. Oysa şair doğuştan
hikmet sahibidir. Eşyada ve tabiatta olan İlâhî sırların ifşası, ruhunda
gelgitlere sebep olmaktadır. Çünkü şair olanla olmayanın ruhu, gönlü, düşüncesi
bir değildir. Şair için normal olan bu durum, dışarıdan bakıldığında psikolojik
hastalık gibi görülebilir. Son sözüm de psikiyatri uzmanlarına olsun: Gelen
hastalara önce “Şair misin?” diye sorun. Karşılığında “Evet” cevabı aldıysanız
ilaçla, iğneyle şairin aklını, ruhunu, yüreğini kontrol altına almaya
kalkmayın. Bırakın gönüllerinden geçenleri haykırsınlar, delirsinler,
kaçsınlar…
Enis Batur’un dizeleriyle koyalım
noktayı:
Ve anlatılabilseydi / Ömrünü formüllerle tüketen en eski simyacının / Yakarak kâğıtlarını bir akşam / Neden dağlara doğru gittiği…