Kuran kursuna gönderdi
onu ailesi her okul tatillerinde. Hoca; akrabaları olmasına rağmen çok sert,
acımasızdı. O da Hatip Dayı’nın uzun fındık çubuğundan haksız yere nasibini
alıyordu. Oysa öğrenciler okurken hoca uyuklardı hep. Dedesi takip ederdi
Murat’ın durumunu. Kurs caminin alt kısmında idi. Normal vakit namazlarında, 6-
7 kişiyi geçmezdi cemaat. 5. sınıfta iken dedesi onu başlattı müezzinliğe. Ufak
tefek hatalar yapsa da, düzeltiyordu cemaatta ki yaşlılar. Öyle öyle
alıştırdılar ve başladı ezan okumaya da. Ses tesisatı yok o zamanlar. Minareye
çıkıp okunmakta mecburen. Onca merdiven dolana dolana . Camii ırmak kenarında,
sert rüzgârlar esiyor çoğu zaman. Ezan boyunca dönerek okunması gerektiği
halde,Murat sabit durarak okurdu .Cılız, zayıf bir çocuktu. Korkardı uçup
düşmekten. Asıl amacı da ezanı sevdiği kıza bakarak okumaktı. Ne zaman minareye
çıksa, evlerinin balkonunda bekleyen kızı görürdü Murat. Dedesi aşağıdan
bağırırdı “ – Dön teres dön! Sabit durma !” . Duymamazlığa gelirdi, işi başkaydı
çünkü. Aşağıya indiğinde birkaç defasında dedesinin baston darbelerine maruz kalmıştı elbette.
Alışmış, heveslenmişti.
Müezzindi artık yaz tatillerinde mahalledeki camiinin. Bir başka havalara
girmiş, camiyi sahiplenmişti. Akranı çocukları da götürmeye başladı camiye.
Bunlardan biride kuzeni idi. Bir gün namaz kılarken gülmüştü kuzeni. Hesabını
sordu dışarı çıktıklarında. Bir yumruk attı aksi cevap verince. Yığılıp kaldı,
bayılmıştı. Tavan arasına saklandı Murat korkudan; inemedi saatlerce.
Okuduğu hiçbir şeyin anlamını
bilmiyordu aslında. Ezanın bile namaza çağrı olduğunu öğrendi sonradan. Cuma
namazlarında başka müezzinler gelirdi hep. Bir üst katı vardı küçükçe, orada
safa girerdi Murat. Bir Cuma namazının farzını kılmaya başlamışlardı. İkinci
rekatın da tam karşısındaki çeşmeye su almaya gelen o kızı gördü. Sabitlenmişti
bakışları, onu seyre daldı. Kolunu dürttü yanındaki sütkardeşi. “ – Son rekâta
secdeye ineceğiz. Ne yapıyorsun sen? “ diye uyardığında birden geldi kendine ve
son rekât için apar topar alnını koydu secdeye.
Selam verdiğinde imam, utancından kaçtı camiden. Ve bir daha gitmedi mahalledeki
camiye. Kaçtı hep bahanelerle dedesinden. Bitmişti müezzinlik serüveni.
Sonra başladı Orta Okul.
Her gün saatlerce yürüyüp, köprüyü geçiyor ulaşıyordu okuluna. Rüzgârlı
havalarda uçacak gibi olurdu; köprüden geçerken. Çok efendi ve çalışkan oluşu
dikkatini çekiyordu öğretmenlerin. 2. Sınıfta iken okuldaki 3500 adet kitaba
sahip kütüphanenin başkanı olmuştu. Kitapların yerini ezbere biliyordu. Bir
hamlede çekip alıyordu istenilen kitabı. Övgüler alırdı her gün öğretmeninden
hem bu özelliği ve hem de titizliği için. Paydos adında bir piyes oynanmasını
kararlaştıran okul idaresi diğer roller için 2-3 aday belirlerken; Rıdvan
rolüne sadece Murat’ı seçmişlerdi. Rol gereği; eşiyle yatağa girme sahnesi var
diye. Velilerin kızlarına izin vermemeleri nedeni ile bu eser sahnelenememiş ;
yerine sadece erkeklerin rol aldığı bir eser sahnelenmişti.
Çok katı ve disiplinli bir ortaokuldu. Öğrencilerin her bakımdan kontrol
ve takibi devam ederdi okul dışında dahi. Derse beş dakika geç kaldı diye tahta
önünde tek ayak üstünde, zil çalana kadar bekletildiğini hala içi acıyarak
hatırlar. Buna; bir akşam gittiği sinemada öğretmeni tarafından yakalanıp
disiplin kurulana sevk edildiğini de eklersek ve bu gün ki eğitim sistemiyle
karşılaştırıldığında fark kendiliğinden çıkmaktadır ortaya.
Çalışkan ve zeki oluşu
dikkatini çekmiş, dilden dile yayılmıştı aileler arasında. Çocuklarını
çalıştırması için sıraya girmiş gibiydiler adeta. Mevzu kız öğrenci olunca, hiç
birine ders çalıştırmaktan kaçamadı haliyle.
Bir taraftan öğretmen edasıyla konuları işlerken, diğer taraftan bir
şekilde onlara yaklaşmanın yolunu buluyordu hep. Bakışları, saçlarından gelen o
kokuları ve hele ara sıra kendiliğinden olan cilt teması delikanlıyı
heyecanlandırmaya yetip artıyordu işte.
Her gün içerdi Murat’ın
babası. İçkili bir lokanta işletmecisiydi. Bir gün çok sarhoşken onun koluna
girerek, düşerek kalkarak eve götürürken tenha yollardan bastıran şiddetli
yağmurda sırılsıklam olmuştu. Delikti ayakkabılarının altı. Oradan da aldığı yağmur
sularından dolayı ateşlendi. Sabaha ateşler içinde, titreyerek uyandığında eve
gelen doktor zatürre teşhisi koymuştu. 5 ay yatağa mahkum, tedavisine devam edildi her gün vurulan
penisilin iğneleriyle. O zaman ki şartlarda tek iğneci olan “ Döp Döp Ahmet
Amca “ bu işi üstlenmişti. Her iğne vuruluşunda kâbuslar yaşadı Murat. İğneler
kör uçluydu. Ona her rastlayışında yolunu değiştirirdi korkudan.
Orta Okul 3. sınıf ta
iken babası bir trafik kazası sonucunda; hastanede kaldı uzunca bir sure. Sol
bacağı dizinden bükük kaldı doktor hatasından. O süre zarfında lokantanın
işletmesini mecburen üstlenen bu çocuk, evin bütün ihtiyaç ve eksiklerini
karşılamış, borçları ödemiş ve para bile biriktirmişti bir kenarda. İki katlı
bir binaydı lokanta. O gece altı, üstü doluydu. Geç saatlere doğru bir adam ortalığı
karıştırmaya, sağa sola sataşmaya başladığında; koşarak yan kahvehanede kağıt
oynayan dedesine haber vermişti. Sırtına attığı kalın ve uzun pardüse, 99 luk
kalın taşlı tesbihi, ak pala bıyıklı dedesi, bütün haşmetiyle girdi lokantaya.
Hayran hayran izliyordu dedesini. “ – Beyler! Yiyin, için, ama saçmalamayın!
Adam olun !” diye kükrediğinde, ses soluk kesildi birden. O otoriter ve saygın
hali olabilecek büyük bir hadiseyi önlemeye yetmişti bile. İşte eskinin
adamları.
Delikanlı olmaya başladığında, meyli artmaya
başlamıştı mahallenin kızlarına. İlgisinin adının ne olduğunu bile bilemediği
devreler işte. Eli değse bir kıza veya bakıp gülse bir tuhaf heyecanlanırdı. Bunu
fark eden annesi, hangi kıza yaklaşsa “ – O senin sütkardeşin. Onu ben
emzirdim.” der, işin ilerlemesine mani olurdu. Aldatılmaya alışmıştı bir kere,
inandı elbette. O kadar kızı nasıl emzirebilmişti ki, düşünse anlayacaktı. Ama
nerede? Süt fabrikası gibiydi annesi
adeta. İyi ki de öyle yapmıştı. Şükretti sonra. Çünkü onu ileride hayatının
kadını bekliyordu! Kader ağlarını o tarihte örmeye başlamıştı bile.
Daha arife günlerinde; ellerine bir
liste verirdi babaları. O listede kimlerin ellerinin öpüleceği, bayram
ziyaretinde bulunacağı belirtirdi. Çoğuna istemeden giderdi Murat. Verdikleri
şekerleri atardı sokağa ziyaret sonrası. Birkaç güzel insan müstesna genellikle
iyi davranmazlardı çocuklara. O babadan aldığı talimat ve terbiye gereği
eksiksiz yapardı bu ziyaretleri. İleride işte bu yüzden hiç sevmedi bayramları.
Hep belli günlere bırakılan aldatmaca, anlamsız ve mecburi birer hengâmeydi
sadece.