Şair, haykırdı geceye benzettiği şiirine. Bu öyle bir güzellikti ki
kalem bıraktırırdı cümle şaire. Yaklaştı amansız inen bir akşam karanlığı gibi,
sinsi bir çığ gibi düştü şiire benzettiği sevdiğine. Başka sevmelere
benzemiyordu bu.
“Ey gecemin sahibi! Karanlığına
uysal bir kedi gibi sokulduğum ve hüznünü derinden derine soluduğum… Yokluğunda kudurduğum ve sunduğu bir kaşık
suda boğulduğum…”
Şiirin zirvesiydi ona göre kadın. Ömrünün bercestesi… Şah beyti… Şair
almış kalemi eline bulmuş güzeli durur mu daha: “Desem ki vakitlerden sen vaktidir: Mevsimlerden, aylardan, anlardan… Anlar
mısın beni? Dalar mısın benli hayallere?”
Kadın, iliğine değin şiirin hazzını yaşıyordu. Ruhunu okşayan bir bahar
yeliydi adamın nefesi. Ayaklarını yerden kesen bir sesti şairinki. Bulutların
üstündeydi aklı kadının.
Şair: “Şimdi sana gelsem ve bir
ömür konaklasam sende. Misafirin olsam,
mihmandarlık etsen… Çay koysan ve içsek… Demlensek en
koyusundan ve dertleşsek…” Çay varsa cümle dertler rafa kalkardı. Dem varsa
kafalar güzeldi. Şair: “Hüznüme
bulabileceğim bir kılıf yok, gözyaşlarıma mendil, sensizliğime bahane…”
Şair, med cezir içindeydi. Sevip de kavuşamamanın adı değil miydi aşk? Ayrılığın
en acı melodilerini mırıldanmıyor muydu Şair? Hüzne geçişi o kadar içtendi ki
şairin, içiniz sızlıyordu o an. Dua ediyor bulurdunuz kendinizi onlar için.
Büyü gibi bir şeydi bu. Devam etti şair: “Koklasam
mütemadiyen saçlarını, dolasam ellerime
gülüşlerini, saçsam bir tutam
güzelliğini… Bir deste sevsem seni, bir
buket özlesem… Bahtım sen olsan, tahtım kalbin olsa ve kollarında huzurla
uyusam… Yumsam kirpiklerimi, şiirler
okusan bana içinde sen olan… Resimler
çizsen, türküler yaksan…”
Kadın can vermek üzereydi bu sözler karşısında. Dayanacak yürek kaç
taneydi bu dünyada bu sözlere? Aşkın oku değil mi bu satırlar? Kalbe değen ağrı
değil mi? Aklı alan güzellik… Muhteşemdi Şair. Emsali yoktu yeryüzünde. Neler
çekiyordu böyle yâr yüzünden? Allah biliyordu nasıl sevdiğini onun? İnsan kalbi
onun aşkına karşı koyabilecek kadar güçlü değildi.
“Savursam şimdi canımı bir yaba ile…
Kurumuş ot saysam kendimi kibrit olup yaksan beni…” dediği an Şair, kadın
içten içe yanmaya başladı. Ruhu cayır cayır yanıyordu, kalbi tutuşuyordu
cehennem cehennem…
Yoktu artık kadın. Et ve kemik yığınından ibaretti. Ruhu, Şairin ruhundaydı, canı ona
emanetti. “Katsam
sana kendimi… Artsam, kocaman olsam yüreğinde. Başkasını sevmeye yer
bırakmasam…” Şair kendisinde kaybolan
yitik sevdasına sesleniyor ve kendisi de onda yok olmak istiyordu. Aşk teke
inmekti ona göre, çokluktan azade olmaktı. Sevdiğinde hiç olmaktı. Son bir
gayret ile seslendi Şair sevdiğine: “Ey
sevdamın sebebi! Gelsen bana akan bir
yıldızla, sonra göz kırpsan bana sen de gel diye. Aksam bir yağmur damlası gibi
kirpiklerinden yanağına, ıpıslak olsam dudaklarının bitiştiği noktada. Alev
alsam bir kibrit gibi gözlerinde, sonra kül olsam ...”
Şair şiir şiir baktı sevdiğine. Hece
hece baktı, ölçülü baktı, edebi baktı.
“Ey gecemin sahibi! Duy sesimi,
hisset nefesimi. Senin için çarpan kalbimi ihya et bakışınla. Can yakışını
yaşasam, kalp kırışını… Kul olsam sonra sana,
hizmetini yapsam ömrümün geri kalanının tamamında. Gölgen olup kalsam sende ve
bir ömür boyu peşin sıra gelsem…”
Şair, şiirine – kadına- son kez baktı ve: “Şiir sensen bugüne kadar yazdıklarım ne o zaman?” dedi. “Bugüne kadar yazdıklarım şiirse sana ne
demeliyim o vakit?”
Şairin ilham perisiydi artık
kadın. Şair şiirden anlıyordu.