Göğün kararıp yağmura gebe kaldığı anın yaratmış
olduğu can sıkıntısıyla gözlerini gözlerimin içine dikip şunu söyledi: “Senden vazgeçene rağbet etme.” Aradığım
belki de yıllarca nedenini sorguladığım bir soru işaretinin cevabını bu sarf
edilen cümleyle idrak etmiş oldum. Tefekkürdeyim şimdi. Dünü, bugün ve yarını…
Vazgeçen oldu. Kimse tutmak istemediğini tutamaz. Bu
hem ona eziyettir hem de tuttuğuna… Kan ağlasa da yürek, vakti gelmişse gitmesi gerekenin gitmesine müsaade
etmelidir. Ardı sıra koşmak sadece şarkıda olduğu gibi “Ah ne fayda?”dır. Rağbet
etmeyeceksin gidene. Peşinden koşmayacaksın. O Doğu’ya gitmişe sen yüzünü aksi
istikamete dönüp gideceksin. O göğe çıkmışsa sen yerin dibine gireceksin.
Adam da acayip bir hava vardı. Dışı pejmürde ama içi hazine doluydu. Sözlerinin
ağırlığından kırata vuruyordunuz adamın değerini. Onun sarf ettiği sözlere mal
bulmuş Mağribi gibi atlamıyordum ama değişik bir tesiri vardı söylediklerinin. Şiirseldi,
mantıksaldı. Ve asla ama asla boş değildi. Oturduk karantinanın bütün dünyayı
bir örümcek ağı gibi sardığı bir vakitte sosyal mesafeye uyarak… Balkona
baharın iç ısıtan güneşi vuruyordu. İnce bellilerde tavşankanı çay arkadaşlık ediyordu
iç dökümüne. Ah kalbim! diyesim geldi. Ah ömrüm!
Yazdıklarımın çoğunda herkes bir mana arıyor. Dinlediklerimin…
Söylediklerimin… Aslında herkes kendisindeki eksikliği görüyor ve onu ifşa
etmek adına yazana, söyleyene mal ediyor. Ben “ayran” derim siz ayranı kim seviyor
acaba diye düşünürsünüz. Benim hesaplamadan yazdığımızı siz hesaplayarak
yorumlarsınız. Ben gül derim siz gülü ararsınız. Ben aşk derim siz kim bu,
dersiniz. Aslında yazılan her şey insanın hikâyesidir. Belki benimdir, belki senindir,
belki de onun... Belki de hepimizin birden. Kim bilebilir ki bunu?
Giden yolunu önceden çizmiştir ve hiçbir aksamaya
mahal bırakmayacak şekilde düzgün gitmiştir. Bu gidiş beklenmedik bir gidiş
değildir. Beklenendir aksine. Mühim olanı gidenin geride bıraktığının hayatında
büyük bir boşluk bırakıp bırakmadığıdır. Gidişinin hacmi bıraktığı izle
orantılıdır. Bir yapbozun eksik parçası gibi olursa giden sahiden acıtır o
zaman yüreği. Kanatır, kahreder, zehreder hayatı.
Kimi yürekler, bir çölü saklar derinlerinde. Siz o
yüreği dört mevsim baharmış gibi görürsünüz her zaman. Çiçeği çok olan toprağın
altında neler saklıdır kimse bilemez! En
güzel yemişi veren ağacın yemişe kadar ki sıkıntılarını kimse hesap edemez. Okyanusun
dibine varmadan da inciye ulaşamazsınız. İnciye ulaşsanız dahi sedefi açmadan o
inciyi alamazsınız. Her sancının illaki bir bitimi ve bitimden sonra da bir mükâfatı
illaki vardır. 24 saat acı çekemez bir insan. Bir hafta sürekli mutlu olamaz. Bir
ay durmadan gülemez. Bir yıl sıkıntısız gidemez.
Yağmurun bardaktan boşalırcasına yağdığı anda yine
söze girdi. Gözleri şimşek şimşekti. Ve
sözleri yağmurdan daha çok tesir ediyordu cana. Gökten düşen yağmur bedenimi
sırılsıklam ederken onun ağzından dökülen yağmurlar da içimi ıpıslak ediyordu. İçim
dışım ağlıyordu. Mevsimin yağışlısına denk geldim, bu reva mı diye düşünemeden
edemedim. “Biliyor musun içine attığın o
kadar büyük bir dert var ki senin, hapsetmişsin ve Allah’ın hiçbir kulu bile bunun
farkında değil. Olsa dahi şifa olacak kudrette değil. Bir de işin ilginç yanı
içine hapsettiğini içinden de söküp atamıyorsun.” Duymazlıktan geldim onu.
Avucumu açıp yağmura tuttum. Aslında avucumu açtım ama avucumda yüreğimi
tutuyordum. Bir nevi yıkanıyordu, arınıyordu, üşüyordu. Bir yandan da onun
dediklerini düşünüyordum gayriihtiyari. Bu adam içimi mi okuyordu. Herkes her
şeyi okuyabilirdi de hiç kimse başka birisinin içini bu kadar net okuyamazdı. Çünkü
böylesi azdı. Susmak iyiydi böylesi durumlarda. Renk vermemek… İçinizi okuyan
biriyle göz göze gelseniz ne yapardınız? Düşünün. Aklınızda olanı bilen,
dilinizde saklı olanı gören, kalbinizden geçeni hisseden… Evet, gerçek manada
bir tehlike sayılırdı bu durum. Kimse başka bir kimsenin kendi acısını duyumsamasını
ve ona dokunmasını istemez. Acı da olsa onundur. Kahır da olsa onun kahrıdır. İnsan eziyetine
de sahip çıkar, terkine de, gözyaşına da…
Gözlerimi kaçırdım
ondan. Kurşun gibiydi delip geçiyordu değdiği yeri. İsabetgâhı olmak
istemiyordum onun kurşuni sözlerinin ve bakışlarının. Hislerim bana aitti ve
kırk kilitli bir sandığın içinde saklıydı, yüreğimde. O konuşsun, söylesin, ifşa
etsin hiç de.
Serçenin hikâyesini
düşündüm. Ağladığında ölen… Kaç kez öldüğümü bir ben bilirim ve çok iyi
bilirim. Herhangi bir şiirin rast gele bir dizesinde, herhangi bir şarkının en
can alıcı melodisinde, herhangi bir filmin kalbinizi tarumar eden bir
sahnesinde… Anlar o kadar çok ki size
etki eden… Gözleriniz doluysa bahanesi yağmur olur, soğan olur belki de.
Son bir şey daha,
dedi. “Bugünden sonra kiminle yaşarsan
yaşa, nasıl yaşarsan yaşa, ne yaparsan yap… Ama şunu kaydet bir yere: Kalbindekiyle gömüleceksin!”
Bir tireme geldi
bana. İçim üşüdü. Gözlerim yaşardı.
Sendeledim. Sağıma baktım, soluma baktım, önüme baktım, ardıma baktım. Kimse
yoktu yanımda. Ama bardaklar iki taneydi.