ENİŞTE MANTI!
Anadolu insanı çok eskilerden beri
geçimini tarım ve hayvancılıktan temin ettiği için yiyeceğini de bunların
getirisi olan besin ve ürünlerden yaparak yaşamını devam ettirmiştir.
Köylerin şehirlere göre
mahrumiyet yerleri olması, oradaki imkanların kendilerinden olmadığından
(çarşı-pazar) elindeki ürettiği ürünlerden çeşitli şekillerde yaratıcılığını
kullanan maharetli hanımların gayretiyle adı saymakla bitmeyen yöresel yiyecekler
üretme gayreti içinde olmuşlardır.
Ateşte pişecek yiyecekler için
çatma veya duvara bacalı ocaklar yaptıkları gibi, un ve unlu mamulleri
pişirmek için haliyle tandıra gereksinim duymuşlardır.
Tandır yapmak için tespit edilen havlunun içindeki bir yerde toprak enine ve boyuna takriben bir metre kadar eşilir, buraya mahir ustaların özel toprağın çamurundan yaptıkları dışarıda kurutulup iyice tavını alan tandır ocağı yerleştirilir, hava alıp iyi yanması için de dört beş metre uzunluğunda “külle” denen havalandırma yolu yapılır.
Tandırdaki dumanında dışarıya çıkması içinde
“punara” dediğimiz baca yapılır. Bazıları bunun ustasını başka köyden getirir, köylüye de “benim tandır sizin ki gibi tütmüyor” diye hava atardı.
Yufka ekmek yapacak olan evin
hanımı tandırda yakacağı saçkıyı, (sap saman) oklavayı, pişirgeci, tahtayı,
sacı hazırladıktan sonra önceden ödünç taktığı komşu hanımlara bir
kaç gün önce haber eder, onlarda kararlaştıralan günde “tandırlık ya da
tandırlı ev” denilen yerde toplanırlardı.
İki saat
önceden mayalanmış hamur yuvarlak beziler haline getirilir, bunları sacda büyük
gelmemesi için özenle aynı ölçüde açılmasına gayret gösterilirdi.
Köyün birinde adamın biri hanımı
öldüğünden dolayı oğluyla tandırda ekmek pişirirken bezileri açan oğul bunların
büyük olduğunu babasına sitem dolu sözle ifade ederse de onun “oğlum Refik,
beziler büyük, öncüde verecek dağalik ya, dil dil at, böl böl at” cevabıyla
şaşkına döner.
Evin ihtiyacına göre iki tahtalık
veya üç tahtalık ekmek edilirken tahta başındaki hanımlar ekmek tahtasında
bezileri oklavayla açar, açılanı da pişiriciye oklavayla teslim eder, o da bunu
özenle sacın üstüne yayarken tandıra da bir yandan ‘saçkı’ atmayı
ihmal etmez. Sacın üstündeki ekmeği “pişirgeç” denen deynek çubukla alt üst yapıp yakmadan pişirmeye özen gösteren kadın bir yandan
da türkü söylemeyi ihmal etmezken diğer kadınlarda kendi aralarında hem
şakalaşır hem de dedikodu yapmaktan geri kalmazlardı.
O yıllarda buğdaylar şimdi ki gibi
ilaç görmediğinden dolayı doğal tadındaydı. Onun unundan yapılan ekmeğin kokusu
köyün ta öbür ucuna yayılır, kokuyu alanlar yanlarına aldıkları yumurtayı,
yağı, firek, (domates) soğan, bulursa patlıcan ekmek edilen evin yolunu
tutarlardı.
İştahla
yenilip tadına doyum olmayan, yedikçe insanın yiyesi geldiği şimdilerde adı
değişen benim köyümde ise halen 'yumurtalı, yağlı, firek-soğan böreği' denen bu yiyecekler kimin iştahını kabartmazdı ki…
Yufka ekmek işini tamamlandıktan
sonra tandıra üzlük (topraktan yapılma) içerisine kemikli et, kayısı kurusu,
yarma, yağ su karışımı marmelat konur buna da benim köyümde ‘keşkef’ denen yemek
türü atılırdı. Eğer ekmek edimi soğuk havalara dek gelirse tandırda ayak
uzatarak oturulurken muhabbet başka olurdu.
Üretken hanımların yaptığı işler
bir yufka ekmek yapımıyla biter mi. Benim köyümle anılan “yapıştırma” denen bir
tür var ki sorma gitsin. Hamur bezileri takriben on- on beş santim eninde ve
boyunda üç dört yufka ekmek kalınlığında açıldıktan sonra yumurtanın sarısı ve
beyazının karışımı yüzüne sürülüp tandıra yapıştırılır. Çıtır çıtır yenirken
tadı damağımızdan gitmeyen bu yiyeceği yapan kadınlar kaldı mı bilmem…
Yapılışı ve malzemesi yapıştırmanın
aynısı olan ondan daha kalın ve daha yumuşak, fosur fosur kabartmalı adı
üstünde Bozlapa (Boztepe) çöreğini yapan o hünerli kadınları nerede bulmalı?..
Yine bunların yanında Karacaören’in boz ama çok lezzetli ‘bazlaması’, Horla köyünün ve kürt aşiret köylerinin yufkadan biraz daha kalın o ekşimsi tadıyla yiyene bir daha yediren bizim ‘Lavaç’ kürt'lerinde “nan” dediği ekmeği tekrar yemek kısmet olur mu bilemem…
Mantı ve
erişte hamurunda kullanılan marmelatın birbirinden pek farkı yoktur. Un, tuz,
yumurta, su karışımıyla elde edilen hamur önce küçük beziler haline
getirildikten sonra ekmek tahtasında oklavayla elli altmış santim eninde
açılır. Açılan bu ekmek üç santim eninde uzununa kesildikten sonra küçük
şeritler halinde kesilip işlem tamamlanmış olur.
Eriştenin mantıdan tek farkı sacda
kavrulup gevretilmesidir. Erişte yağlı ya da şekerli olarak pişirilip
yemeklerin yanında yardımcı yemek olarak yenir.
Mantı
yemeği etli, salçalı, sarımsağı bol yoğurtlu adlarla çeşitli şekillerde
sofralarımızda yer alırken ilerleyen teknolojinin geleneklerimize vurduğu
darbeden erişte, mantı, yufka ekmek, lavaç, çörek, börek, bazlama ve çığırtma
da nasibini almıştır.
Maharetli hanımların yaptığı bu
tür yiyecekler yerini makinalaşmaya bırakırken bu durumsa iş görmeye üşenen
bazı hazırcı hanımların işine yaramış, yeni bir iş sektörününde doğmasına yol
açmıştır.
İşini bilen bazı kişiler bu gibi
hanımların ya da yapmak isteyip de apartman dairesinde oturmasından dolayı
yapamayanların ihtiyaçlarını gidermek için işi ticarete dökme yoluna
gitmişlerdir.
Şehrin muhtelif bölgelerin de
“nasıl olsa masrafımı çıkarırım, hem de para kazanırım” zihniyetiyle fahiş
fiyata dükkan kiralanarak adına “gözlemeci” denilen çeşitli isimlerde anılan iş
yerleri açılmıştır.
İşler böyle olunca o muhit de eskiden beri iş yeri çalıştırıp kirada oturan ‘asıl esnafların’ kiralarının da artmasına sebep olmuşlardır. Öyle bir zaman geldi ki her nereye baksan falan-filan gözlemeci tabelalarından başka tabela okunmaz olmuştur.
Ünal Çarşısı Eski Ankara Caddesi
cephesinde boşalan dükkanı hanımının ısrarlarına fazla dayanamayan emekli Erdal
Yılmaz gözlemeci açmak için kiralar.
Kiraladığı
iş yerini belediye ve il sağlık kurulunun yasalarına uygun şekilde dizayn ederek
donatmış, en lüks makinaları da alırken “kar edeceğim yerden masrafı esirgemem”
diyerek paraya acımamıştır. Çağırdığı tabelacı ya da iş yerinde imal ettiği
yiyecek maddelerini vitrinin camına sırasıyla yazdırmıştır.
İşleri
iyi gittiğinden dolayı yüzü gülmekte, bastırdığı kartviztleri eşe dosta
dağıtırken onlardan birisinin “bana erişte ve mantı lazım hani listede bunları
göremiyorum” ifadesiyle karşılaşır.
Erdal Bey bunun üzerine komşusu bilgisayar tamircisi Salih'e “erişte, mantı bulunur” diye bir kağıda yazdırıp camın görünecek bir yerine iliştirerek erişte-mantı satımına da başlamış olur.
Terziyan
köyünden berber Hacı yıllarca müftülük civarında mesleğini icra etmiş zamanla
gözlerinin iyi görmediğine kanaat getirince sanatını bırakmış fakat evi o
civarda olduğu için eviyle çarşı gidiş-gelişlerinde devamlı Eski Ankara
Caddesini kullanır.
Gidiş gelişlerinin birinde
vitrindeki kağıda yazılmış yazı gözüne farklı bir şekilde takılır. Ömrü
anasının pişirdiği sonradan hanımının önüne sofrada koyduğu o güzelim bol
acılı, yerine göre etli, salçalı, bol sarmısak ilaveli yoğurtlu mantının "acaba
daha adını bilmediği bir çeşide de varmış da ben farkında değilmişim" diye şüphesine kapılır.
Okuyup aldandığı yazının etkisinde
kalmış bütün şaşkınlığı üstünde etrafına aval aval bakarken durumu anlatacak
birini aramaktadır.
Ben saatler ileri alındığı günden
itibaren eski saate göre bir müddet daha hareket ettiğimden dolayı dükkanımı
komşulara nazaran biraz erken açmış ve dışarıya kucak kucak ip çıkarırken
berber Hacı’nın şaşkınlığının farkına varmakta gecikmedim.
Hacı’yla ayak üstü selamlaşırken
bana gözlemeciyi göstererek bir şeyler dediğini fark ettim ama aramızın sekiz on
metre oluşundan, hem de sol kulağımın ağır duyuşundan ne dediğini pek
anlamıyordum.
Hacı yanıma ağır ağır yaklaşırken
bir yandan da “ula sağır tulla, sen ömründe hiç ENİŞTE MANTISI duydum mu?..
Yedin mi?" diye soruyordu.
"Sabah sabah Berber Hacı da her halde kafayı biraz sıyırmış (!) her halde" diye kendi kendime o an için hayıflanırken beni kolumdan çeken Hacı benimle beş on adım attıktan sonra vitrindeki yazıyı gösterdi. Meğer bilgisayar tamircisi erişte yerine enişte yazmış haliyle ifade tek manaya inmiş 'enişte mantı' olmuştu.
Meseleyi hemen anlamış hazır
cevaplılığımdan istifade ederek “oğlum Hacı sen nasıl kör, ben nasıl sağır
olduysam tabi ki erişte de bizim gibi adama enişte olur” dediğimde sabah sabah kahkahalarımız oradan geçen ambulansın siren sesine karışıyordu…
ERDOĞAN ÇALIŞKAN 13 09 2014 GERÇEK YAŞANMIŞ
HİKAYELER