Adapazarı’na tayin olmuş çiçeği burnunda bir öğretmendim. Yeni görev yerime, öğrencilerime kavuşmak için can atıyordum. Haydarpaşa tren garına giderek biletimi aldım. Harekete birkaç saat vardı. Zaman geçirmek için çay içebileceğim bir köşe bulup oturdum.Bir an, eşyanın sırrına ermiş ve zaman ötesine yolculuğa çıkmış izlenimi veren bakışlarını üzerimde sabitleyen ak sakallının  farkına vardım.

           Seksen seksen beş yaşlarında beli bükülmüş sakalına kır düşmüş bir ihtiyardı. Alnındaki kırışıklar mazide kalan yaşanmışlıkların izdüşümüydü sanki. Bakışları hayata karşı bir meydan okuyuştu.Sukutu hayale uğramış insanlara mahsus bir endişeyle çevresine dikkatli nazarlar atıyordu. Bakışlarında, maziden arta kalan yalnızlık ve çaresizlik içinde kıvranan bir ruhun canhıraş feryatlarını duyar gibi oldum. Kim bilir, bir asra yakın ömrüne neler sığdırmıştı. Heyecanlı bekleyişler, hicranlı günler, keder ve sevincin yoğurduğu gökkuşağını andırır hayaller.İhtiyar, kavruk teninin ortasında iki nazar boncuğu gibi taşıdığı gözleriyle geçmişe dair masallar, hikayeler ve efsaneler anlatıyordu. Anlattıklarını duyabilmek bakışların dilinden anlayanlara nasip olurdu ancak.

            Masamdan kalkıp yanına doğru yaklaştım. Başımla selam verip karşısına oturdum. Hiç tepki vermiyordu. Varlığımın bile farkında değildi sanki. Mazinin derinliklerine doğru yolculuğa çıkmış hissi uyandıran ihtiyarın yaşadığına dair tek belirti, zamanla birlikte yorgun düşen kalbiyle uyum içinde alıp verdiği nefesin hasılı inip kalkan göğüs kafesiydi. Kendini dış dünyadan tecrit etmiş, kutsal bir tefekkür içinde muhayyel alemleri seyran eden bu seyyahı, münzevi yalnızlığıyla baş başa bırakıp yanından ayrıldım. Onu içinde bulunduğu alemden alıkoymak ve düşsel yolculuğundan uyandırmak yapılabilecek en kötü şeydi zannımca.

            Derken trenin kalkış haberini veren, kondüktörün çaldığı düdük sesi duyuldu. Hesabı ödeyip valizlerimi elime alarak adını sanını bilmediğim bu esrarengiz ihtiyara veda ettim. Ve kendi serüvenimin peşinde dağlar tepeler aşaraktan demirden rayların üzerinde ufka doğru     “ çuff çuff”seslerinin eşliğinde yol alıyorum.

                                                  *******************

            Haydarpaşa’dan kalkan tren Adapazarı’na vardığında güneş gökyüzünde en tepe noktadaki yerini almıştı bile. Adı, kurtuluş mücadelesinde gösterdiği kahramanlıklarla  özdeşleşen Sakarya’ya atanmış olmak, benim için büyük bir gurur kaynağıydı. İçinde bulunduğum duyguların mana iklimini yansıtabilecek bir sözcük yoktu hafızamda.

           Tren garı şehrin göbeğindeydi. Elimde valizim, zihnimde cevap bekleyen meraklı sorularla  istasyonu arkamda bırakıp kapıya yöneldim. İstasyon; geniş merdivenlerin sizi buyur ettiği farklı bir dünyaya açılan kapı gibiydi. Biraz ilerlediğinizde sağınızda dolmuş durakları ve evine ekmek götürme telaşı içinde avazı çıktığı kadar bağıran, “Serdivan, Dörtyol, Devlet Hastanesi, Terminal” naraları atan sıcaktan kavrulmuş tenleriyle kahyalar; solunuzda polis karakolu yer alıyordu. Dolmuş durakları ile karakol arasında kaldırıma dikilmiş ağaç gölgelerini kendilerine mesken edinmiş ayakkabı boyacıları ve yer yer kümelenmiş güvercinler için yem satan yaşlı teyzeler, zihnimde Eminönü’nü imajı oluşturuyor şehre  hoş bir hava katıyordu. Bir yerlere yetişme telaşıyla sağa sola koşturan insan kalabalıkları arasından gözüme kestirdiğim ilk kişiye, yeni görev yerim olan Sakarya Teknik ve Endüstri Meslek Lisesi’nin adresini sordum. Acemisi bulunduğum  bu gizemli  bir o kadar da yabancı şehrin insanlarının yüzündeki tebessüm ve misafirperver yaklaşımları içimde sıcak bir duygunun şekillenmesini sağladı. Bir gölge gibi beni takip eden valizim ve meraklı gözlerle güvercinlerin arasından geçip Bulvar Caddesi’ne yöneldim. İki yönlü trafik akışının sağlandığı caddenin tam ortasında, günlük uğraşlarla boğuşmaktan yorulmuş kent insanının soluklandığı; banklarıyla, havuzlarıyla ve yeşilin tonlarıyla bezenmiş bir vaha yer alıyordu. Biraz dinlendikten sonra şehrin havasını teneffüs etme arzusuyla yola koyuldum.  Söylendiği gibi; Yeni Cami istikametini devam ederek Sakarya Caddesi’ni ve bir misafirin ağırlanması için uğranan ilk durak olan yöreye has meşhur ıslama köftenin sunulduğu Köfteci Mustafa’yı geçip Aziziye Karakolu’na komşuluk eden okuluma ulaştım. Teknolojinin imkanlarından faydalanmış ve internetten okulum hakkında ön bilgi edinmiştim. Kapıdan girişte sol tarafta iki katlı bir lojman ve lojmanın bitişiğinde alt katı idari bina üst katı kütüphane olarak kullanılan beton bir bina yer alıyordu. Hemen yanında, doksan dokuz depreminin bir emaresi olarak prefabrike yapıdan oluşan derslikler vardı. Müdür odasına giderek arzıhal eyledikten sonra gerekli giriş işlemlerini tamamlayıp çarşıya yöneldim. Bir otel odası ayarladım. Böylece sergüzeştimin Sakarya safhası da başlamış oldu.

*******************

             Okula başlayalı bir hafta olmuştu. Her şey  gerektiği gibi olmakla birlikte yeni ortamın getirdiği yabancılık ve resmiyet ruhumu kemiriyordu.  Tam bu sırada imdadıma yaşamımı şekillendiren edebiyat aşkının Sakarya’daki mecrası Yazarlar ve Şairler Derneği yetişti. Burası benim için, yıllardır susuzluğunu çekip de  ulaşamadığım dünyaya açılan bir pencereydi. Okuldan arta kalan zamanlarda dernege gidiyor; edebiyat, sanat  ve şiir hakkında hararetli tartışmalara giriyorduk. Şiir heceyle mi yazılmalıydı; yoksa serbest mi? Şiirde kullanılan dil imgelerle bezenmiş sanatlı bir anlatım mı taşımalıydı; yoksa sade, açık, anlaşılır mı olmalıydı? Her biri kendi çapında şair olan dostlarım fikirlerini ortaya atıyor ve karşısındakini iknaya çalışıyordu. Bir nevi eski Küllük ve Aşiyan sohbetlerini andıran bir ortamdı.

             Yaşamımı okuma ve yazma üzerine kurmuştum. Bu nedenle Sakarya’da yer alan kütüphaneleri araştırmış ve Çark Caddesi’nin arkasında kalan İl Halk Kütüphanesi’ne kaydımı yaptırmıştım.Her şey yolundaydı. Ta ki bir hafta sonu zeytin, peynir ve sahanda yumurta üçlüsüne eşlik eden çaydan ibaret kahvaltımı yapıp kütüphaneye gidene kadar.

İki katlı kocaman bir binaydı kütüphane. Raflarda gökkuşağını andıran çeşitlilikte birçok eser okuyucularını bekliyordu. Salonda, görevlinin haricinde dokuz on yaşlarında bir kız çocuğu vardı. Kim bilir o da memurun kızıydı. Bu durum fena halde canımı sıkmıştı. Görücüye çıkmış gelin gibi salınan cilveler yapan kitaplara, okurun bu denli duyarsız olmasını aklım almıyordu. Teker teker eserleri incelemeye koyuldum. İçimden Allah’a bana bu kadar kitabı okuyacak kadar uzun ömür vermesi için dua ediyordum. Aksini düşünmek bile canımı acıtıyordu. Raflarda henüz kapağı açılmamış kitaplar vardı. Bu durum karşısında dile gelen kitaplar sanki  bana lisan-ı hal ile şöyle sesleniyordu:

“Sen, yıllarca şikayet ettin hayatından. Hep kolayı seçtin. Gayret göstermedin, ışığa ulaşmak için. Ya da maskeli bir yüzle; ışığa hasret , ışığa sevdalı bir resim çizdin boşluğa. Oysa, oysa ben sana nefesin kadar yakın, bir göz açıp kapama mesafesi kadar uzaktım.

           Yıllarca bekledim seni. Bekledim, bekledim, bekledim. Hep beklemek oldu kaderim. Oysa, sana mutlu yarınlar vadediyordu, bir yanım. Bir yanım ise yıldızları. Hücrelerim sana açtı, sana susuz. Bir dünya kurmuştum kendi halinde kusursuz. İçinde aşk olan, içinde sevda kokan , içinde kin, nefret ve umut olan bir dünya. Hayatın sadece siyah ile beyazın çatışması olmadığını benden öğrenecektin. Benimle keşfedecektin sırlı diyarları. Benimle aşacaktın zaman perdesini. Kaldıracaktın aradan karanlıkları.

          Yıllarca bekledim seni. Bekledim, bekledim, bekledim. Ama bir türlü gelmiyordun. Belki karlı dağlara sarmıştı yolun. Belki karışmıştı birbirine, sağın hem solun. Belki yakındır vuslat, biter belki bu oyun.

          Ama sen yoktun.Ve gözükmüyordun ufuk çizgilerimde. Gölgen düşmüyordu topraklarıma. Ellerin dokunmuyordu avuçlarıma. Biliyorum, sen de beni düşlüyorsun. Benli yarınlar kuruyorsun gecelerinde. Yüreğinden yüreğime akan bir ah yankılanıyor boşlukta.

         Bak, sana yeni taraflarımı anlatacağım. Yeniden aşık olacaksın bana, yeniden uykusuz gecelere düşecek yolun. Benimle üzülecek, benimle güleceksin. Benimle tadacaksın aşkı, benimle yaşayacaksın hicranı.

         Bak, daha hayatımın baharındayım. Altı ay oldu doğalı. İki bin yedi Ağustos’uydu açtığımda dünyaya gözlerimi. Hem birinci hamurdandı sayfalarım. Evet, senin için var olan, sana sevdalı olan ben. Bekliyorum seni. Haydi, daha fazla bekletme beni. Adresi aşağıya yazdım. Çık evinden bana gel!

Adres :İL HALK KÜTÜPHANESİ”

*******************

          Çalan telefon sesiyle içinde bulunduğum manevi atmosferden uzaklaştım. Arayan nişanlımdı. Ve sözleştiğimiz üzere çay bahçesinde beni bekliyordu. Gözlerimde beliren bir kaç çiğ tanesi yere düşerken ben günlük meşgalelerin esiri olarak  çoktan bu mukaddes ortamı terk etmiştim bile. Aklımın bir köşesinde İstanbul’da karşılaştığım ihtiyar, bir köşesinde ardımda bıraktığım kitaplar vardı.

 

******************

-          Nerede kaldın aşkım?

-          Geldim işte!                                             
 
HÜSEYİN KABA                                          ADAPAZARI
( Esrarengiz Gözler başlıklı yazı huseyin-kaba tarafından 7.12.2011 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu