Ne çok anlatmak isteyip de anlatamadıklarımız, ne çok yazmak isteyip de yazamadıklarımız olmuştur. Yalnızlığı hep derininde, en derininde yaşadığımız halde kendimizi kalabalıkların içinde çaresiz hissetmemiş miyizdir? Dört mevsim içinde biz, ölüm renginin hakim olduğu sonbaharı yaşar gibi anlarız ya mevsimleri zaman zaman, ne kadar söz bulup cümleler kurguladıysak da anlaşamadığımız ama inadına yaşadığımız günlerimizi, saat ve dakikalarımızı hep anlamak için harcarsak eğer, işte o zaman bizler insan olarak yalnızız ve bu durum böyle süregeldiği müddetçe de yalnız kalacağımızın bir işaretidir. 


Aslında yazmak, -eskilerin ifadesiyle- kârî’nin –şimdi okuyucu olarak ifade edilen- bir şeyler anlamasından ziyade yazanın kendine verdiği mesajların yazıya dökülmüş hâlidir. Yazmak, kişinin kendisiyle yüzleşmesinden, kendine seslenmesinden başka acep ne olabilir ki? Biliriz ki yazmak, aslında kendimizi dinlemenin, kendi sesimize kulak vermenin bir başka hâlidir. 


Aslında yazmak, sevginin yazıya tezahüründen ibarettir. İnsan neden sever? Ya da ne olmuştur da sevmiştir ve bunu başkalarına ifade etmekten ziyade kaleme sarılıp kağıtla sırdaş olmuştur. Bütün bu sırlar; bilmez ki kağıda motif motif işlenmiş harfler, kelimeler ve cümlelerden ibaret olmayıp yeni bir masalın kahramanı yapmıştır kendisini. 


Hayat sanıldığından da çok kısa. Göz açıp kapayıncaya kadar bir bakmışız ki yolun yarısına gelmiş oluyoruz. Daha dün sokaklarında misket oynadığımız, ip atladığımız, çamurdan oyuncaklar yaptığımız şehrin/ mahallenin ortasında şimdi kendi çocuklarımız oyunlar oynamaktadır. Dün oyun oynarken kurduğumuz hayalleri, şimdi çocuklarımızın oyunlarında yeniden gözümüzde canlandırmaktan başka yapabileceklerimizin olmadığını çaresizlik içinde görürüz. 


Peki ya görmek? 


Eğer görebiliyorsak, sadece bakanlardan daha fazla sorumluluk içinde olduğumuzu da bilmemiz gerekmektedir.


Eğer görebiliyorsak, şunu bilmek gerekir ki; kendimizin de, etrafımızda olup bitenlerin de farkına varabilmek gibi bir şansa sahip olmuşuzdur. 


Eğer görebiliyorsak, şanslıyız.  


Görebilmenin kendini bilmeyle birebir orantılı olduğu âşikardır. Kendini bilen, kendi dışındaki dünyayı anlamlandırandır. 


Kendi dışındaki dünyayı anlamlandırabilmenin sorumluluğunu hesaba katarsak, şanssızlıktan da dem vurma hakkımız olabilir. Söylenecek söz, itiraz edilebilecek cümleler olduğu halde bunu dile getirememek, talihsizlikten başka ne olabilir ki? 


Ya okumak? 


Ey okuyucu!


Bütün kitapları bir tarafa bırakarak önce kendimizi okumayı bir denesek, önce kendimizi sorgulamayı bir öğrenebilsek bütün meseleyi de halletmiş oluruz. Ne acıdır ki, kendisini okuyamadan, kendisini bilmeden başka okumalara yönelen insanların toplumda söyleyecek sözlerinin olmadığını etrafımıza baktığımızda o kadar açık ve net görebiliyoruz ki…


Kendi dışımızdaki bütün kitapları bir kenara bırakıp önce kendimiz okumaya ve kendimizi bilmeye acaba ne zaman başlayacağız?   



( Yazmak Mı Okumak Mı başlıklı yazı HSD tarafından 18.02.2012 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu