Şiir hakkında Platon’dan günümüze kadar geçen süre
içinde onlarca tanım, açıklama ve aforizma yapılmış ve yapılmaya da devam
edecektir. Platon şiir için, “Büyülü söz!..”
tanımını kullanırken bu tanım, Klasik dönemden romantik döneme geçişin ilk
önemli şairlerinden olan, Fransız şiirine XVIII. yy.'ın klasik kalıplarından
farklı yeni ve canlı bir yapı kazandıran, Hristiyanlık duyguları ağır basan şiirler yazan, şiirlerin yanı sıra romantik kısa hikâyeler, tarihî ve siyasî
yazıları bulunan, Türklere de yakınlık duyan Lamartine'nin, “Şiir,
büyük zekâların rüyalarıdır.” sözünü doğrulamaktadır. Çağımızın önemli
şairlerinden Yahya Kemal’e göre şiir, “musikidir”,
fakat bildiğimiz musikiden farklı bir musikidir. Yine Yahya Kemal şiir
hakkında, “Şiir, nesirden bambaşka bir
kimliktedir. Musikiden başka türlü bir musikidir. Şiirde "nefes" ve
"ses" iki temel öğedir. Dizenin ayakları yerden kopmazsa ve uçmazsa
ya da ister en hafif perdeden olsun, ister İsrafil'in sûru (borusu) kadar gür
olsun, kulağı bir ses gibi doldurmazsa halis şiir değildir.” demektedir. Modern sanat ve sinema dünyasına
önemli katkılarda bulunan, sürrealist, dadacı ve kübist akımın öncü sanatçılarından
olan Jean Cocteau’ya göre, “Şiir
öylesine ayrı, öylesine apayrı bir dildir ki başka herhangi bir dile çevrilemez
hatta yazılmış olduğu kendi diline bile...”
demektedir. Yine Cocteau, “Ne masayı
anlatacağım diye masa sözcüğünü kullanacaksınız, ne kuşu anlatacağım diye kuş
sözcüğünü; ne de aşkı anlatacağım diye aşk sözcüğünü.” diyerek belki de
özellikle imge yoğunluklu şiir yazan kişilerin dayandığı temeli de atmış
olmaktadır. Cahit Sıtkı'ya göre şiir,
"Kelimelerle güzel şekiller kurma
sanatıdır." Ahmet Haşim şiiri, "Söz
ile musiki arasında olan fakat sözden ziyade musikiye yakın olan bir lisan."
olarak tanımlar. Siyasal eylemci şair, romancı ve deneme yazarı olan, bugünkü Fransız
ozanlarının en önemlilerinden biri diye bilinen, önceleri, Dada akımının
öncüleri arasında sayılan ancak, sonradan Breton, Soupaux ile birlikte bu
yüzyılın en önemli şiir akımı olan Sürrealizm'in kurucularından biri olan ve bugüne
değin şiir, roman, eleştiri, deneme, çeviri olarak 61 kitap yayımlanan Aragon, “Şiir sanatı, eksiklikleri güzelliklere
çeviren bir simya bilimidir.” demektedir. Şairler Sultanı olarak bilinen ülkemizin yetiştirdiği en ünlü
şair ve dava adamı olan Necip Fazıl'a göre şiir, "Mutlak hakikati arama işidir." 19. yüzyıl Fransız şiirinde
sembolizmin öncülerinden olan, “kapalılık
ve anlaşılmazlık şiirin özüdür.” diyen "Eski Tanrılar",
"Saçmalar", "Koşuklar", ve "Düzyazılar" gibi
yapıtları olan Mallerme, Ressam Degas’ın, “Çok güzel duygularım var, ama şiirde
başarıya eremiyorum. Neden?” diye sorması üzerine, “Dostum” demiş, “Şiir
sözcüklerle yazılır. Herkesin duyguları, düşünceleri var, yetseydi herkes şair
olurdu.” Anlaşılmayan budur. İçinden geldiği için mimar ya da mühendis olmaya
kalkanı görmüyoruz. Demek sanatların en kolayı şiir ki, duygulara, düşüncelere
dayanarak şair olunabileceğine inanılıyor.” diye cevap vermiştir. TDK ise
şiiri, "Zengin sembollerle, ritimli
sözlerle ve seslerin uyumlu kullanımıyla ortaya çıkan edebî anlatım
biçimidir…" şeklinde tarif eder. Osmanlıda ise, “mevzun ve mukaffa söz” yani “vezinli
ve kafiyeli söz” olarak tarif anılmıştır.
Ben de şiiri, ruhumuzda ve yüreğimizde olanları kâğıda
nakşetmek olarak tanımladım. Ayrıca şiir; harfleri, kelimenin kalbine damlatma,
beş duyuyla kâinatı tanıma sanatıdır... Şiir, arayıştır... Kâh maddeden manaya
kâh manadan maddeye yönelen bir arayış. Şiir, soyut sözcükleri somutlaştırma veya
somut sözcükleri soyutlaştırarak hasat elde etmeye çalışır... Şiir mısralarla
büyüyen bir tomurcuk; ruhumuzun çim biçme makinesi; sevgili için akıtılan en
mukaddes gözyaşı; mısraların ruhunda
yaşayan hayallerimiz; avluda beklediğimiz anahtar sesi; aşkın elbiseye girmiş
hali; bedenin ruha transferi; ruhumuzla ve bedenimizle yaptığımız en önemli
sözleşme; ruhumuzun deli gömleği; şuurumuza geçirilmiş kelepçe ve coşkun
yüreklerin evrenidir…
Şiir adanmaktır... Öyle bir adanmak ki... Varlık ve
yokluk sözcüklerinin akla bile gelmediği ve bütün sorulardan ve sorunlardan öte
adanmak... Şiir kaybolmaktır... Öyle bir kayboluş ki kendi gölgemizde değil;
sevgilinin kıyısında köşesinde kaybolmak... Şiir duadır... Öyle bir dua ki...
Sevgili gitse bile "Yeter ki o iyi
olsun benim önemim yok." diye edilen dua... Şiir yemindir... Öyle bir
yemin ki... Asla vazgeçmemek üzere edilmiş bir yemin... Şiir sözdür... Öyle bir
söz ki... Sadece ama sadece adanmak için verilmiş söz... Her ne olursa olsun
sevmeye dair... Ez cümle şiir "arayıştır"
belki de en büyük "aldanış"…
Şair ise, hem içimizdeki hayatı hem de hayatın
içindekileri en güzel resmeden sanatkârdır. Bu işin en muhteşem yanı ise bu
resmi yaparken boya kullanmamasıdır. Şair, soyut ve somut sözcüklerin her
birini bir meleğin kanadına asıp sonsuzluğa salan bir dahi, sözcükten evler kuran bir mühendistir.
Şairler ya delidir ya da dahi… Zaten dâhiliğin genlerinde biraz da delilik yok
mudur?
Son yıllardaki şiir sayısının “kemiyet” olarak artıp “keyfiyet”
olarak içinin boşalmasının elbette değişik nedenleri vardır. Belki, “Ben şiirle uğraşıyorum…” ya da daha
iddialı bir yaklaşımla, “Ben şiirden
anlıyorum...” diyen herkes bu soruya teklifsiz onlarca cevap verebilecek
konumdadır. Bu konu ile ilgili olarak Cahit Külebi, “Şiire başlayan bir insan, hangi yaşta olursa olsun, en az on beş-yirmi
yıl iyi bir okuyucu olmak zorundadır. Ondan sonra da şiir yazmağa başlamak için
gerekli olan kendi dünyasını, dilini, biçemini bulmak zorundadır.” demektedir.
Kalitesizliğin altında yatan nedenin –okumamak-
olduğunu vurgulamıştır. Ülkemizdeki okuma oranlarına bakıldığı zaman çok doğru
bir tespit gibi durmaktadır. Şiir sözcükten evler kurmaktır. Sözcükler ise
Kipling’in dediği gibi “İnsanların
kullandığı en tesirli haplardır.” Sözcükleri edinmek, onları etkili bir
biçimde kullanabilmek ise ciddi bir okumanın ve birikimin getireceği sonuçtur.
İlham denilen sevgili, doğru düzgün dili kullanamayan, sözcükleri nerde ve
nasıl kullanacağını bilmeyen, gündelik konuşma dilinin ötesine geçemeyen
birinin yüreğine inmeyecektir. Yani “Sadece
ilhamla yazarım okumaya ve fazla bir şey öğrenmeye gerek yok…” diye
düşünenlerin yazdıklarını belki istisnalar hariç şiir kategorisinde değerlendirmek
sanırım bu yüzyıllardır süregelen poetikaya ihanet olacaktır. Salah Birsel, “Şiir alanına sinema salonuna girer gibi
girilmez. Kişilik kazanmak gerekir ilkin…” sözünü çok manidar buluyorum. “Ben de şiir yazıyorum.” diyenlerin
öncelikle kendilerine bir çeki düzen vermesi gerektiği aşikârdır. Bu kılık
kıyafet düzeni değildir elbette. Bu iki söz birlikte değerlendirildiğinde
ortaya çıkan gerçek, şiir yazan kişinin şahsiyet kazanması için kendisini
geliştirmesi gerçeğidir. Kendini geliştirmek içinde şiir denilen sevgiliye
ulaşmak için belki de yıllarca sözcüklerle talim yapma gereğidir. Burada Ataol
Behramoğlu’nun şu sözünü de hep birlikte hatırlayalım. “Bir şiir
üzerinde aylarca, bazen daha uzun süreler çalıştığım oluyor. Her seferinde,
başlangıçtaki o duygu birikimini yakalamaya çalışıyorum.” Yine ülkemizin
yetiştirdiği ünlü şairlerden Nazım Hikmet, "Ben
kendi payıma bir iki iyice şiir yazdımsa, bunların tümünün içeriğini önceden
iyice pişirdim. Sonra en uygun biçimlerini, ne çeşit uyakla (kafiye ile), ne
çeşit ölçü ile yazılabileceğini, boyutunun aşağı yukarı ne olabileceğini,
dilinin edasını, çeşnisini, peşinen kestirmeye çalıştım. Yani çok zahmetli bir
çalışmadan sonra işe koyuldum." diyerek anlatmak istediğimizi
açıklamaktadır adeta… Hani amiyane tabirle, “Ben yazdım oldu. ” mantığı sergilemek şiir adına sadece ama sadece
sorumluluktan kaçmak, topu taca atmaktır…
Sözü uzatmadan elbette ki her şairin kendine göre bir şiir
tanımı vardır. Ancak tanım yapabilmek için önce poetikayı (şiir sanatı) bilmek,
bu uğurda kafa yormak, bu akımı incelemek ve ondan sonra derin bir düşünüşle
bir şeyler söylemek ancak mümkündür.
Yoksa her
teneke, rüzgâr esince, elbette bir takım "garip sesler" çıkaracaktır…
Zekeriya
EFİLOĞLU
Şair-Yazar
Not: Bundan sonraki yazım "hece" şiiri yazanların "gece" gibi çöken kâbusu üzerine olacaktır…