Bir sabah gri bulutlarla dolu bir pencereyi açarsınız, hayatınızın en mutlu odasına. Her yer, her şey aniden buz keser. İliklerinize kadar ürperirken, umutsuzluk sinsice süzülerek girer içeriye.
Oysa bu sabah gülerek uyanmışsınızdır. Daha mutlu olacaktınız, daha iyimser, daha güçlü… Daha da “fazla” olacaktınız, olmadı, olamadınız.
İşte bu sabahların birinde sizi umutsuzluğa sürükleyen mevsimler ile olaylar aynı rotaya dümen kırar. Her ikisi de ansızın, beklenmedik zamanda gelmez. Tıpkı gri bulutların taşıdığı yağmurlar gibi pusuya yatar, hiç fark ettirmeden sessizce sırasını bekler, siz uyanana kadar. Aklınızdaki “geldi mi üst üste gelir” hikâyeleri tam da toplanmış, yeni düzelmiş ruh halinizin üzerine siner. İçinizden bir çocuk çığlık çığlığa oyun oynar “hava düzelecek, bu olaylar geçecek, bitecek, en az hasarla kurtulacaksın” Ama bu çocuk sesi ne derse desin siz hep üzüleceksinizdir.
Bizi teselliye boğan, başımıza gelen kötü olaylarda mevsimler gibidir gelip geçicidir ve sırasıyla ilerler yanılgısıdır. Öyle ya; en derinden sarsan olaylar kış gibidir. Sessiz ama temizleyici. Bilirsiniz ki en acı hastalıklar kıştadır ama hastalıkları da en iyi kar temizler. Beyazlığıyla, soğukluğuyla düştüğü her yarada temizlik yapar. Sıra kendisini temizlemeye gelince bir sabah başka doğan güneşe teslim olur, yok olur gider. Sizin için ansızın doğduğunu düşündüğünüz güneş, mevsimsel yazgısını yaşar, aslında. Ağır sınav bitince ilkbahar gelir, siz sersem sersem gülümsemeye başlarsınız. Ama eli ağırdır ilkbaharın “dur” der. “unutma hemen soğuk acılarını” der ve indirir en olmadık anda tokadını. Siz kapıdan bakakalırsınız sarsıntılı bir umursamazlıkla mart ayında… Sonra… Sonrası yaz işte. Acının tatlı meyvesini yediğiniz zaman dilimleridir. Huzurun en sıcak denizlerde yüzdüğü, kahkahanın en gürültülü ormanlarda dolaştığı zaman aralığı. Sonbaharda ise sükûnetin sorguya dönüştüğü son noktanın cümlesidir, bu mevsim. Mutlu muyum yoksa pişman mıyım yanılgısının dost sayısının çokluğuna göre değiştiği sarı örtüdür.
Hep böyle mevsimlere benzetilen hayat hikâyeleri anlatırlar bize. Oysa böyle mi? Hayır böyle değil elbette hayat. Bahara uyandığınız bir sabah gri bulutlarla dolu pencereyi sonuna kadar açarsınız. Tıpkı öyle havalarda ne giyeceğinizi bilemediğiniz gibi ansızın sırasını karıştıran mevsimler gibi sizi üzen olaylar karşısında da ne yapacağınızı bilemezsiniz. Şemsiyenizi alacak mısınız? İşe taksiyle mi gitseniz? Derken her şey daha kötüye gider. Çaresiz çıkarsınız dışarıya yağmur yağmaktadır, bir de ayaz eklenir. Elleriniz koltuk altına girer gibi sıkı sıkı sarılırken, saçlarınızı hüznün en kuvvetli rüzgârı savurur. Sığınacak bir liman bulan gemiler gibi sıcak bir kahve için en kalabalık ve en yakın yere demir atarsınız. Kısa bir mola, ömürden çaldığını geri vermek için saat tıkırtısının telaşıyla biter. Yaptıklarınızın bedelini bir adisyonla kasaya öder, çıkarsınız. Ortalık dinginleşip, güneş açmaya başlayınca havanın yanağına ılık bir gülümseme armağan ederek yürümeye devam edersiniz. Sanki ona yürür gibi her adımda daha da yakar güneş sizi. Dayanamazsınız ve ceketi çıkarıp elinize alırsınız. Gün yarı olmaktadır, tıpkı ömrünüz gibi. Yürürsünüz, yürürsünüz ömrünüzün ve yolunuzun geri kalanını.
Bu tam terside olabilirdi. Güzel bir gün gibi başlayan hayat serüveninin sonu bir iki damla gözyaşıyla süslü aykırı ayazlarla da son bulabilirdi. Yahut bir sabah puslu başlayan ömür, paslı biterken, sıcak başlayan hayatların sevinçle bitmesi gibi. Ne kadar çok insan kaderi yaşanırsa, mevsimlerinde o kadar çok olasılığı olduğunu unutulmamalı.
Hayat, size mevsimlerin olup biten oluş sırasına göre yaşatmaz kendini. Hayat, kendinin tüm yüzünü bir günde gösterir. Hayat, 4 mevsim gibi acılarını, sevinçlerini, unutulmuşluklarını, tesadüflerini, ölümlerini, doğumlarını koca bir günde yaşatır size.
Hayat, ne 4 mevsimin sırasına göre giden orta kuşak iklimine benzer ne de tek tip mevsim yaşatan ekvator coğrafyasıdır. Hayat, Ege’nin mevsimleri gibidir, tutar kolunuzdan 4 ayrı mevsimi bir günde kaderinize işler.