Yeni Güne İhtirasla
Ankara'nın sisli havasının içerisinde buz gibi görünen güneş yavaştan batıyordu. Abartılı gülmeler, bağrışlar, hararetli muhabbetler yerini fısıltılara hatta iniltilere bırakmaya hazırlanıyordu. Tüm bunları aklımda gezdirirken soyutlamıştım yine kendimi hayattan; aynı yerde, tam zamanında, yorgunluğumu bahane ederek. Devamında fikrimi neler dolduruyordu? Birkaç günden bayatlamış duygular mı, yersiz konuşulan kelimeler mi, dostların yumrukları mı, sevgilinin hasreti mi..? Kendimden geçtikçe gözlerim nemleniyor, gıcırtılı bir sandalın sesini kulağımda hissediyordum. Zamandan kendimi öyle soyutlamıştım ki arkamda gelen arabanın kornasını duymamışım. Şaşkın bakışlarla etrafıma bakınırken yanımdan geçen arabanın havadan daha puslu camları arasında bana kızgın bir ifadeyle bakan gözleri gördüm. Halbuki anılarımda şefkatli gözler aramaktaydım. Kendime geldiğimde yolu yarıladığımı fark ettim. Adımlarımı sıklaştırdıkça yılların sahibi merdivenlere yaklaşıyordum. Bir yandan aklıma gelen duayı okuyor bir yandan da kendime kızıyordum zira çok külfetli işti “merdivenlerden çıkmak”.. İlk adımımda başladı rahatsızlık veren düşünceler. Her basamakta hayalimde gün içinde ilişki kurduğum birisi dolaşacak ve Sherlock Holmes’i aratmayan davranışlarla onlar hakkında bugün ki gözlemlerimi sentezleyeceğim, olaylar arasında tuhaf bağlantılar çıkaracağım ve yarını oluşturacağım. İşte bu merdiven bana bugünden yola çıkarak olası gerçekleri gösteriyordu adeta. Yolun ilk yarısında aklımda ki bir kişiye kıyasla burada, aklımdan her adımda bir kişi geçiyordu. İlk basamakta iki haftalık küslük faslından sonra “unutalım olanları, gel barışalım” diyen dost işgal ediyor. İkinci de tüm somurtkanlığıma rağmen tüm gün beni güldürmeye çalışan arkadaşım geçiyor. Diğerinde manevi destekçim, canım hocam geçiyor aklımdan. Dördüncü, beşinci, altıncı derken onlarca sahipli basamağı arkamda bırakıyor ve eve adımımı atıyorum. Ev her zaman ki sessizliği ve karanlık haliyle karşılıyor beni. Bu bunaltıcı karanlıktan kaçarak kendimi içindeyken hayal gücümün deryaları aştığı; gayet toplu, plaklarla dolu ve simetri kuralları gözetilerek derlenmiş odama atıyorum. Çantamı olduğu yerde bıraktıktan sonra ilk iş pikaba önüme ilk gelen plağı koyuyor ve aceleyle tütsüyü yakıyorum. Tüm güne inat odamın huzurlu atmosferinde bir iç çekiyor ve sabırsızlanan düşüncelere bırakıyorum kendimi.
Başlıyor aşina olduğum ama yaşarken farkına varamadığım düş selleri. Fırtınalar hissediyorum ardından kuvvetli şimşekler. Ve zamana aykırı bir hâl alıyorum. Ân kelimesinin bilinmediği yere varıyorum. Bana göre bu iş, soyutlanmak. Gerçekte bulamadığım dostluğu, sevgiyi, güveni rahatlıkla bulmak, çok mutluluk veriyor. Gerçi hepsi bahane, O’nu buluyorum eziyet olsa da halime. Provaları bitmişti, bir gariplik hissediyordum, gözlerimi açtım ve odayı göz gezdirdim, çikolatalı koku geliyordu fakat müziği duyamıyordum. Belki de kulaklarımda ki uzun olmayan o cümlenin yankısından duyamıyordum. Meğer kendimi ân’dan korurken O’nun oyununa düşmüşüm. Ses çoğalmıştı; birisi sanırım kendimden geliyordu “nerdesin, kendine gel”, birisi de müzik sesiydi. Üzerinde kaplumbağa terbiyecisinin pazılı bulunan duvarımın kenarına dalgalar vuruyor, ayaklarımın altına sahilde olmaması gereken taşlar batıyordu. Özgürlüğümü kavradıkça hoşuma gidiyordu, tuhaflıktan eser bulamıyordum çünkü. Ta ki kapımın tıklandığını duyana dek. Gel demeye kalmadan kapı açıldı. O’ydu, küçümser edasıyla “Sen âşıksın, bense maşuk” diyordu. Böyle olmamalıydı. Bunlar klişeleşmiş düşlerden değildi, bu sefer çok ileri gitmiştim galiba. Sahne değişmeye başladı, duvara vuran dalgaların yerini soba almıştı, içinde nar renginde alev şakı söylüyor, pikapsa onu susturmaya çalışır gibi cızırdıyordu.
Önce beni
korkutmak istercesine bir titreşimle olduğum yerden zıpladım. Sahne değişmişti,
sanırım ân’a gelmiştim. Telefonumdan son ayar en sevdiğim şarkı uzakta ki
ezanın ve pikabın sesini bastırırcasına çalıyordu. Müzeyyen’imin sesinden;
“Ağlamakla inlemekle ömrüm gelip geçiyor
Devâsı yok, garib gönlüm günden güne eriyor
Feryadıma efganıma kimse bir ses vermiyor
Devâsı yok, garib gönlüm günden güne eriyor” şarkısı beni tamamen kendime getirdi.
Telefonu alır almaz açmaya yeltendim, aman Allah’ım o da ne? Mısralarımla
seslendiğim, kalbimin derinlerine sakladığım arıyordu. Acaba ne diyecek, duygularım
çok ağır geliyor, açar açmaz ağlamaktan korkuyordum. Besmele çekerek açtım
telefonu. Sesi sanki ruhuma ziyafetti, sarhoşluğumun da nedeni. Kelimeleri ardı
ardına sıralıyor, bense ne dediğini anlamaya çalışıyorum. İşte nefret ettiğim
ân’ın bana bir kıyağıydı sanırım bu. İki yıldır cesaretsizliğimin esiri
olduğumdan söyleyemediğim, söylemeye korktuğum o iki kelime döküldü gülleri
kıskandıracak renkteki dudaklarından, kalbimin ta derinliklerine. Fikrim
algılayamıyor, mantığım kabul edemiyordu. Nasıl olurda olası geleceklerde, en
ufak bir ipucu bulamamıştı. Az önce çakan şimşeklerin yerine şimdi gözlerinin
sürmesi akıyordu. O sürmeli gözler ki beni O’na bağlayan, o kırmızı dudaklar ki
yarama melhem olan. ..
Çok değerli iki kelime yan yanaydı.
Yorgunluğumdan eser kalmamıştı. Birkaç dakikayı bulan sessizliğin ardından
telefonda yine aynı tonla;
-Orada
mısın? Heey?
-Aa,
şey… Bende, yani bende seni seviyorum.
Ayların burukluğu, gecelerin
soğukluğu şimdi kalbin ritmine bırakmıştı kendini. Bir kahkaha benden, bir
kahkaha da O’ndan patlamıştı. İhtirasla neler hissettiğimi anlatıyor, bir
yandan da O’nun nefesinde mutluluğa erişiyordum.
Kaç saat öylece konuştuğumuzun ne ben
ne de O farkındaydı. Pencereden dışarı baktığımda güneşin de yeni güne doğmak
için en az benim kadar ihtiraslı olduğunu gördüm. Konuşmayı şimdilik noktalamak
zorunda olduğu söylüyordu telefondaki ses. Devamında;
-Birkaç
saat sonra görüşeceğiz okulda.
-Evet.
Belki de yüz birinci
kez söylüyorduk birbirimize;
-SENİ SEVİYORUM.
Muhammet Cahit BEKCİ
07/02/2013