Bir adam türkü söylüyor. Yanık yanık, duman duman tüttürüyor içini. Hissediyor belki de dinlendiğini. Tek başınaymış gibi bırakmıyor hepten kendini. Ortasında kesmiyor mesela türküyü. Ya da sesi inip çıkmıyor, yitip gitmiyor karanlıkta birden. Kalabalık karşısında nasıl söylenirse öyle söylüyor. Sesinde hazır ola geçmiş bir asker, saygıda kusur etmiyor dinleyenlere.


“Bu o genç mi yoksa?” diyor kadın. “Karşı apartmanda oturan şu mahçup bakışlı üniversiteli…” Taşındığı günün gecesi, avaz avaz bağıran bir müziğin, sınırlarını talan edeceği korkusuyla uyuyamamış; yeni komşusu da sessizliğe düşman o gençlerden mi, anlamaya çalışmıştı. Geceyi gündüze karıştıran; yemek yiyen, sohbet eden o iki gencin hâlâ taptaze durduğu zihninin o köşesi ikna olmakta epey zorlanmıştı onun da kendisi gibi geceyi gece gibi yaşayanlardan olduğuna.


Bir keresinde pencerenin önünde çay içerken görmüştü onu. O zaman kabullenir gibi olmuştu, bu gencin taşındığı dairenin önceki sakinlerinden çok ayrı bir yerde durduğunu. Geceyi ışığa ve gürültüye boğup ondan sahte bir gündüz çıkarmaya çalışan o gençlerin bu mücadelelerindeki en büyük dayanakları, sağduyu denen o can sıkıcı şeyi tamamen devreden çıkaran alkoldü çünkü.


O zihin bulandıran sıvı olmasa nasıl böyle pervasız kahkahalar yollayabilirlerdi ki uyuyan ruhlara! Gecenin ikisinde, sabah olmuş da insanlar yeni güne uyanıyorlarmış gibi içinde uyandırma korkusunun zerresi olmayan bir sesle avaz avaz nasıl anlatabilirlerdi o birbirinden komik şeyleri?


Kız sesleri de karışırdı araya sık sık. Zaten çoğunlukla gülen de hep kızlar olurdu nedense. Erkek seslerinin anlattığı bir şeylere güler dururlardı. Sesler o saatte öyle belirginleşirdi ki kelimesiz ulaşmaları mümkün olmazdı odasına. Oysa en korktuğu da o kızları gecenin bir yarısı kikirdetip duran o kelimelerdi. Sevmiyordu onları. Bu kızları, o gençlerin eve taşıyıp durdukları şişe şişe biralar kadar sarhoş ediyordu onlar da… Tıpkı o ucuz kadınlara benzetiyorlardı.


Pencereye yaklaşıyor usulca. Perdeyi aralayınca hiç kuşkusu kalmıyor türküyü söyleyenin kim olduğuna. Pencere kenarında yine aynı hüzünlü gölge… Ve ağır bir duman, efkârlı mı efkârlı… Sigaradan mı tütüyor türküden mi, belli değil…


Bu saatte türkü söyleyecek kadar onu kökünden koparan, pervasızca estiren o rüzgârda, varlığından yayılan o yanık türkü de uçup gitmiş olmalı bir yerlere. Yoksa bu türküyü söyleyemezdi şimdi. Söyleyebilmesi için onu varlığından soyutlaması, kendinden çok uzak bir yere koyması gerekir çünkü. Yoksa gecenin suskunluğunu duymazdan gelemez, toprak kokmaya başlar elleri. Türkü söyleyenlerin çoğunda bulunan o saygılı tavırla hemen susturur sesini uyuyan ruhlar karşısında… Sessizliğin bir parçası da o olur.


Kadın hiç kızmıyor ona. Sınırlarından giren o seste zamane gençlerinin saygı anlayışını değil, büyük bir yıkımı görüyor çünkü. Umursamamaktan, yok saymaktan değil; koca bir şeyin yıkılmasından, darmadağın olmasından kaynaklanıyor gürültü. Yıkılan şey bir bina değil de insan olunca, ama insan gibi insan… gürültü de gürültü olmaktan çıkıyor, yanık mı yanık bir türküye dönüyor. 
( Yanık Türkü başlıklı yazı mavilikler tarafından 4/29/2013 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.