GÖKKUŞAĞI

Roman

                                             

                                                    KISIM 1

                                                    Arayış

 

                                                                                                                                  

    Uzun zamandır insanın kulaklarını ve ruhunu yoran motorun sesiyle yolumuza devam ederken, havada ki nemin yanında birde dayanılamaz sıcaklık bizleri iyice bunaltıyor, yağmur zaman zaman hızını azaltsa da hiç kesilmeden devam ediyordu. Cam sileceklerinin belli aralıklarla çalışmasına dalmış, belirsiz düşünceler içindeyken, ani bir sarsılma ile kendime geldim. Hava kararmaya başlamış, gün vaktinden önce akşamına kavuşmak üzereydi. Yol kenarlarında ki kısa, sık ağaçlar hayal meyal seçiliyordu. Böyle havaları, nedense hep kendime benzetirdim. İnsana sıkıntı veren bir hava ile birbirimize ne çok benziyoruz diye, duygularım garip düşüncelerle dolup taşardı.

    Sarsılarak ağır ağır yola devam ederken yüreğim kazınıyor, açlığım iyiden iyiye kendini hissettiriyordu. Son yemek yediğimiz zamandan beri hayli vakit geçmiş olmasına rağmen, Cemal Amca: ‘’İlla istediğim yerde yemek yiyeceğiz’’ diye, ha bire yola devam ediyordu.

---Usta! Daha çok var mı?

---Patladın mı?

Bu cevap pek çok kere aldığım cevaplardan farksız değildi. Aslında böylesi cevaplara alışmış olduğum halde, yinede her olumsuz ve hakaret dolu cevaplarla, içim biraz daha kararıyor, dışarıdaki havaya benziyordum.

   Cemal Amca, muavin olarak çalıştığım kamyonun şoförü ve sahibiydi. Kırk yaşında, esmer, kalın bıyıklı, biraz göbekli, kafasından hiç çıkarmadığı şapkası ile tipik bir Anadolu insanıydı. Bolca sigara içer, ara sırada iyi geliyor diye yemeklerin yanında bir iki kadeh rakı alır, buna rağmen alkollü olduğunu anlamak kolay değildi, ayrıca şoförlüğüne de diyecek yoktu. Keşke insanlığı da böyle iyi olsa, ne güzel adam olur diye düşünürdüm. Adam aksimi aksi, ağzı bozuk, küfürbaz, geçimsiz biriydi.

   Hele yolda giderken, birine kızdı mı, en az bir saat kendi kendine küfür eder, sonunda bozuk sesiyle türkü mırıldanmaya başlar ya! İşte beni usandıran, içimi karatan anlar en çok böylesi zamanlardı. Kendimi motorun gürültüsüne verir, onun sesini duymamaya çalışır, aklımı başka düşüncelerle oyalardım ki, başka kurtuluş yolum da yoktu.

   Bazen, illa sende bir türkü söyle diye tutturur, beni zorlardı. Hele ilk zamanlar;’’ Söylemezsen seni aşağı atarım ha!’’ Dedikçe, korkudan neredeyse altımı ıslatacak olurdum. O zamanlar henüz küçüktüm ve bu işe yeni yeni alışmaya çalışıyordum.

   Cemal Amca, Tokat’ın Turhal ilçesinden hemşerimdi. Kazalarımız aynı olsa da, köylerimiz farklı yönlerdeydi. İlçede, evi, bağı bahçesi, birde ara sıra kullandığı traktörü vardı. Ben, bir kaç kez onunla beraber evine gitmiştim. Kendi gibi esmer ama güzel bir hanımı, benden küçük iki kız çocuğu vardı. Babalarında ziyade annelerinden çekindikleri açıkça belli oluyordu ve bir dediğini iki etmezlerdi. Babalarını çok sık görmedikleri için bütün günlerini, sıkıntı ve mutluluklarını anneleriyle paylaşmaları normaldi. Misafir olarak evlerinde kaldığım gecelerde bağırma ve tartışmaları çokça duyardım. Cemal amcanın aksiliğinin evinde de devam ettiğini bu seslerden anlamak mümkündü.

   Hanımın tarafının kalabalık ve zengin olduğunu söyler, iç güveyi gibi bir durumda bulunduğunu, çok kere dışarıda olduğundan onlarla fazla problem yaşamadığını, ancak hanımını sevdiğini her zaman anlatırdı. Karısının ailesi ile aynı mahallede oturdukları için, eve gelip giderken zaman zaman onlarla karşılaşırdım.

   Bende, Turhal ilçesinin Cemal Amca’nın köyüne uzak bir köyündendim, lakin bizim köyümüz ilçeye çok yakındı. Babam köyde hatırı sayılır bir aileden, Dedem, maddi durumu yerinde olan, aynı zamanda köyde sözü geçen biriydi. Babamla araları çok iyi olmamasına rağmen, aynı evde yaşamaktaydılar. Biri bizim köyde, bir diğeri de yakın bir köyde evli iki halam vardı. Halalarım beni gördükleri her yerde çokça sever, okşarlar, cep harçlığı verirler, oğlum diyerek öylesine içten bağırlarına basarlardı ki, bu durum beni çok mutlu ederdi.

    Babam, askerliğini tamamlayıp geldikten bir iki sene sonra Dedem, babamı evlenme konusunda sıkıştırmaya başlar. Anadolu’da durumu iyi olanların çocuklarına şöyle allı şanlı bir düğün yapmak, kendi istedikleri kızı almak gibi istekleri eskiden beri vardı ve Dedemde böyle olmasını istiyor, ancak bilmediği bazı gelişmelerden dolayı babamı ikna etmekte zorlanıyordu.

   Babam daha askere gitmeden önce köylerindeki bir düğünde, yakın köylerden bir kızı görür, araştırır ve kızla tanışır, sonunda anneme iyice sevdalanır, nihayetinde sevdalıkları bir hayli ilerler. Bizim köy ve yakın köylerde bu sevda dilden dile dolaşır olmuş. Dedem, evlenme meselesini açınca, babam dedeme annemden bahseder, annemi çok sevdiğini ondan başkasıyla evlenemeyeceğini ve annemi istemesini söyler. Fakat kız tarafının fakir olması nedeniyle Dedem, bu sevdaya hiç sıcak bakmadığı gibi, evin tek oğluna zengin bir gelin alma hevesinden kolay kolay vazgeçmek niyetinde olmadığını her defasında babama yüksek sesle dile getirmiş.

   Bu nedenle evlerinde Babamla Dedem arasında uzun uzun tartışmalar yaşanırken, Babaannemin de babamdan yana tavır alması neticesinde daha fazla direnemeyen Dedem, Babaannemi, Babamı ve köyde ki halamı da yanlarına alarak, annemi istemeye karar verirler. Annemin babası ve annesi, Dedemin olumsuz tavırlarını bildiklerinden, kızlarına iyi düşünmesini söylerler. Fakat gençlerin dediği olur, annem sonunda dedemin evine gelin olarak gelir. Çok becerikli ve güzel olan annem, köylünün dilinden düşmezken, Dedem her nedense annemi bir türlü sevmemiş bu nedenle de Anneme ve onun ailesine değer vermemiş. Annemin kendi annesini uzun zaman görmediği çok olurmuş. Ben evliliğin ikinci yılında doğunca, dedem bana ismini dahi vermemiş, bana anne tarafımdan Hikmet ismini vermişler.

   Ben daha üç yaşımdayken annem kardeşime hamile kalıp doğumda problem çıkınca kadıncağız dayanamamış, bebeğiyle beraber hayata veda ederek beni ve babamı bir başımıza ortada bırakıvermişti. Annemi bile doğru dürüst tanımadan, hayatın ilk acısını tatmış oldum. Hayatım boyunca yaşadığım sıkıntı ve acılarımın, içine kapanık, yalnız yaşamayı seven, asi ruhlu oluşumun başlangıcı bu tarih olmuştu, yıl 1956.

   Bu arada Annemin babası Ahmet dedem ve anneannem kendi köylerinde mutlu, sakin bir hayat yaşarken, Annemin ölümü üzerine köyümüze gelerek, beni almak isterler, fakat babam buna razı gelmez. Ara sıra beni görmek için köyümüze gelir, Dedemi sevmedikleri için bizim eve gelmez, babaannem beni onların yanına götürürdü. Beni ne kadar çok sevdiklerini yıllar sonra anlayacaktım.

   Ben zaman içinde büyüyüp aklım erdikçe evde yaşananları görüyor, söylenenleri duyuyor, lakin neler olduğunu tam anlamıyordum. Annemi deli gibi seven babam ölüm olayı üzerine birkaç yıl kendini toparlayamadı, hatta İşlerini bile ihmal etti. Benimle bile doğru düzgün ilgilenmiyordu. Belli ki acısı çok ama çok büyüktü. Sağ olsun babaannem, bana annemi aratmamıştı. Gücü kuvveti yerinde olduğu için bir anne sabır ve şefkatiyle beni kendi oğlu gibi besleyip büyüttü. Fakat dedem bana çok mesafeli duruyordu ki, bunu yaşadığım her an hissetim ve hep sevgisini bekledim, ama yıllarca boşuna beklemiştim.

   Annemin ölümü, dedem için sanki iyi bir olaydı. Baştan annemi istememiş bu yüzden kendisini hep mutsuz hissetmiş olmalı ki, annemin ölümünden sonra sürekli olarak babama, yeniden evlenme meselesini açarak onu yeni bir evliliğe ikna etmek istemişti. Zaman içinde yarası biraz küllenen babam, herhalde ihtiyaç da duyduğundan, sonunda dedemin teklifine evet demişti.

   Dedem daha önceleri kafasında yer etmiş aile kızlarına haber göndererek babama onlardan birini eş olarak beğendirmiş ve kısa süre içinde düğünleri yapılmıştı. Bu gelişme benim içinde evden koptuğum yılların başlangıcı oldu. Üvey annem alımlı, genç, yetenekli ama birazda zenginliğin etkisi ile tepeden bakan biriydi. Nedendir bilmem amma, bana sevgi dolu gözlerle baktığını hiç görmedim, tıpkı dedem gibi mesafeli dururdu. Nur içinde yatsın, Babaannem yok mu? O nerede ben orada. Babam yeni evliliğin etkisi ile beni tamamen unutmuş gibiydi. İşe gidip gelmekte, gelince de yeni hanımıyla odalarına çekilmekteydiler. Babamla aramızda oluşan uçurum yıllar geçtikçe daha da artmış ve aynı evde iki yabancı olmuştuk. Babam, bağ, bahçe, çiftçilikle uğraşıyor çok kerede ilçe merkezinde oyalanıyordu. Köy ilçeye yakın olduğundan hemen her gün ilçeye gidiyordu.

      Babamın ikinci evliliğinin üzerinden iki yıl geçmiş olacaktı ki yeni bir erkek kardeşim dünyaya geldi. Evde yeni bir arkadaşım olacağı için çok sevinmiştim. Sık sık kardeşime yaklaşıyor uyumasını, ağlamasını seyrediyor fakat dokunamıyordum çünkü kızıyorlardı. Kardeşimin doğumundan birkaç ay sonra okul yaşım geldiği için bu sene okula başlayacaktım. Okul benim için yeni heyecanların, umutların başlangıcı olacak diye tarifsiz bir sevinç duyuyordum.

    Okul köyün hemen yanı başında, biraz yamaç bir yerde bahçesi duvarla çevrili, hafif sarı kırmızı karışımı bir renkte, üzeri kiremitlerle kaplı büyükçe bir binaydı. Beş tane sınıfı, bir müdür ve beş öğretmeni bulunuyordu. Arka tarafına da birde lojman yapılmıştı. Okulumuzun bahçesi büyük ve çeşit çeşit ağaçlarla doluydu. Okulda görev yapan öğretmenler, zaman içinde pek çok ağaç dikmiş ve büyütmüşlerdi. Köylülerde okula değer verdiklerinden okulumuz korunmuş ve güzel bir bahçeye sahip olmuştu. Tatillerde bile çocuklar bahçede oyun oynar, vakit geçirirler, okulu kollar, zarar vermekten çekinirlerdi.           

    Günler geçmiş, sabırsızlıkla beklediğim okula başlama günüm gelmişti. Büyük bir heyecan içinde, yeni arkadaşlarımı bulacak, yeni şeyler öğrenecektim. İçimde büyük bir coşku ve sevinç fırtınası yaşıyordum. Okulun ilk günü babam bana gerekli kıyafetleri almış, elimden tutarak okulun bahçesine getirmişti. Ahmet dedem ve anneannemde açılışın olduğu bu ilk gün yanıma gelerek bana kalem defter silgi verip, cebime de bir miktar harçlık koymuşlardı. Bu gün beni sanki daha bir farklı sevmişlerdi, yoksa büyüdüğüm için daha iyi mi anlamıştım bilemiyordum, ama sevgi dolu gözlerle bana bakıp, sevip okşamalarını, hayatım boyunca unutamadım. Acaba onların yanında yaşamış olsaydım, farklı bir hayatım olur muydu? Diye yıllarca düşünmüştüm.

    Okula başladığım için artık uzun süre evden ayrı kalıyordum. Öğlen sonu, saat üçe kadar okula gidiyor, okul çıkışı da arkadaşlarımla akşam karanlığına kadar evlerin bahçelerinde oyun oynuyordum. Okulda tanıdığım yeni arkadaşlarımla, öğrendiğimiz oyunları oynamak için, okulun çıkış zilini dört gözle bekler olmuştum. Doğrusu bu yenidünyamı çok sevmiştim. Ne yazı ne kışı, ne sıcak, nede soğuk, sahibi olmayan bana dokunmuyordu artık. Sahibi olmayan diyorum çünkü beni daima kollayıp koruyan babaannemde ben okula başlayınca diğer kardeşimle ilgilenmeye başlamış, hal böyle olunca da zaman içinde eski ilgi ve alakası da kalmamıştı. Üvey annem zaten bana karşı her zaman soğuk durmuş, hiç sevgi göstermemiş, ancak bazı üvey anneler gibi dayak atmak, yemek vermemek gibi davranışlar içinde olmamıştı. Bu bile benim için büyük bir nimetti. Hiç bir zaman önüme, diğerlerinden eksik yemek çıkarmaz, herkes ne yerse bana da mutlaka aynısını verirdi. Dedim ya, bu bile bana yetmekteydi. Ancak çocuk olmam nedeniyle, daima bir ilgi, sevgi dolu bir bakış beklemiş, ama o ilgiyi hiçbir zaman görememiştim.

   Neden bilemiyorum, hep yüzü asıklar sanki beni buluyordu. Okulumuzda ki altı öğretmenden en sevimsiz ve aksi öğretmen bizim öğretmendi. Sürekli azarlar, bağırır, elindeki küçük sopası ile canımızı yakardı. Bekâr genç ve yakışıklı biriydi. Sevdiği bir bayan öğretmenle evlenemediğinden çok sinirli olduğunu, üst sınıflardaki öğrencilerden duyardık.   

Ancak ben ve birkaç arkadaşımda, hani iyi şeyler yapmazdık ve illaki öğretmeni kızdıracak bir yaramazlık bulurduk.

   Kimi zaman sınıfa bir kedi getirir, kimi zaman bir arkadaşımızı ıslatır, defterleri ve tahtayı karalar, çok zaman ödevlerimizi yapmazdık. Öğretmen bağırdıkça hem korkar hem de içten içe gülerdik. Öğretmenimiz bazen bana, çok zeki bir öğrenci olduğumu söylemiş olmasına rağmen ders adına evde elime kalem almazdım. Neden bilinmez, öğretmenim azda olsa biraz benimle ilgilenmeye kalksa, rahatsız olur sıkılır, yakın olmak istemezdim. Saçlarımı okşayan sıcak bir elin şefkatini duymayalı o kadar çok zaman olmuştu ki galiba sevilmeyi unutmuştum. Gün geçtikçe yalnız dünyama daha fazla kapanıyordum.

   Aradığım çok da fazla bir şey değildi. Evde bulamadığım içten bir sevgi ve şefkati okulda öğretmenimde bulurum sanıyordum. Ama nafile, düşlerim sona ermiş, yanıldığımı çok geçmeden anlamıştım. Belki de sorun kendimdeydi. Küçük sınıflarda okurken pek farkına varamamış, hep o şefkati beklemiştim. Ancak üst sınıflarda okurken, biraz da olayların farkına varınca içimde acılar, yalnızlıklar artmaya, büyük bir boşluk oluşmaya başlamıştı. Kendimce yaşadıklarımı sorguluyor, içten bir sevgiye ne çok ihtiyacım olduğunu az da olsa hissediyordum.

   Kimseye çok fazla bir kötülüğümde olmazdı. Evde annesizlik, babadan ilgisizlik, okulda sevilmemek hep benim suçum muydu? Diğer sınıflardan bir öğretmen öğrencileriyle çok ilgilenir hepsiyle ayrı, ayrı konuşur, teneffüsler de bile onların yanında olurdu. Onlarla oyun oynarken uzaktan seyreder, çocuk aklımla onlara heveslenirdim. Şans burada bile bana gülmemiş yalnızlığımla baş başa kalmıştım.

   Okula başladıktan sonra, evle bağlantımın azalması beni daha da özgür yapmıştı. Köyümüzün Yeşilırmak’a yakın olması nedeniyle okul çıkışlarında özellikle sıcak havalarda, Irmak kenarında arkadaşlarla buluşup, hem yüzer hem de balık tutmaya çalışırdık. Irmak kenarlarında sıralanmış kavak ve söğüt ağaçlarının dizilişi o kadar güzeldi ki tarifi bir hayli zordu. Kimi uzun kimi kısa, yeşil ve sarı karışımı yapraklara bezenmiş ağaçlar, sanki geniş bir yol varmış gibi düzgün bir şekilde sıralar halinde kıvrımlar yaparak uzaklara gitmekteydiler.  Görünüşleri bana çok heybetli geliyordu. Bazen ırmak yukarı esen rüzgârın yapraklarda çıkardığı sesleri dinledikçe, tarifi imkânsız huzur duyardım.

   Benimle konuşuyorlar gibi gelirdi bana. Farklı bir âlemden arkadaşlarımdı onlar. Irmak kenarlarında uyukladığım zamanlar bu sesleri, tanımaya fırsat bulamadığım annemin ninnileri ile karıştırır, kendimi onun kollarında sanırdım. Kimi zamanlarda ırmak içine uzanan dallarına çıkar, ileriye kadar gider, oradan suya atlardım. Irmak ve ağaçlar hayatımdı, neşemdi, arkadaşımdı benim.

   Hele mandaların ırmaktan geçişleri yok mu? .Mandaların üzerlerine biner onlarla Irmağı geçer sonra tekrar geri gelirdik. Neşemizden, attığımız kahkahalardan, ırmak kenarları çınlardı. Bazı günlerde küçük oltalarımızla balık tutmaya çalışır, tuttukça da sevinçten coşar, kim çok balık tutacak diye bahislere girerdik. Tuttuğum balıkları asla atmaz, balıklarla eve gelirdim. Getirdiğim balıkları pişirir bana verirlerdi. Balık tutmaya gitmeme kimse bir şey demez, tehlikelerinden bahsetmezdi. Aslında kimi zaman, evde sanki fazlalık gibiyim diye olumsuz duygulara kapıldığım olurdu.

    Bir gün balık oltama bir su kaplumbağası yakalanmış, kancamı da iyice yutmuştu. Başka kancam olmadığı için kancayı mutlaka çıkarmalıydım. Kötü bir kararla her zaman yanımda taşıdığım çakı bıçağı ile kaplumbağanın kafasını kesip kancamı çıkardım. Kaplumbağa ölünce de çok üzülmüş, iyi bir şey yapmadığımı o an anlamış, ancak ben de yapacağımı yapmıştım. Hayvanın ölüsünü toprağa gömerken kendimi affettirmek ister gibiydim ve bu olay belleğimin bir köşesinde yıllarca bir acı hatıra olarak kalmıştı.

    Bazen geç vakte kadar kaldığımızda, ırmak kenarında ki acımasız sivrisinekler kâbusumuz olur, beni ısırdıkça çok yerim kaşıntıdan kabarırdı. Eve yorgun bir şekilde gelince elimi ayağımı bile yıkamadan, yemek dahi yemeden uykuya dalardım. Zaten pek ilgilenen, arayıp soranda olmayınca ne yaptığımdan kimsenin haberi olmazdı. Hani bu durum benimde işime gelmekteydi. Çocuk aklı, özgür olmak ne iyi diye düşünürdüm. Dersleri sevmediğim için okul dışında kalan zamanımı çoğu kez bu şekilde, farklı yerde ve farklı oyunlarla geçirirdim.

   Kardeşim yürümeye başladığı zaman benim onunla ilgilenmemi istediklerin de canım çok sıkılır, kaçmak için bahaneler aradım. Bir keresinde kardeşimi de yanıma alarak arkadaşlarla oyun oynamaya gitmiştim. Oyuna başladıktan sonra kardeşimi unutmuştum. Sahipsiz kalan çocuk emekliye, emekliye, düşe kalka eve dönerken bir eşeğin altında kalmış biraz hırpalanmıştı. Komşular kardeşimin bağırması üzerine onu alarak eve götürmüşler. Bunun üzerine evdeki herkes beni çok azarlamış, hakarete uğramıştım. Babamda diğerleri gibi beni dövmemiş ama dövmekten beter etmişti. Bu olay beni çok ama çok üzmüş, derinden yaralamıştı. Zaten pek sevilmediğim için iyice gözden düşmüştüm. Ancak bu olaydan sonra kıymetli kardeşimi oyala diye bir daha bana vermediler. Bu durum beni bayağı rahatlatmış, ayak bağımdan kurtuldum diye de sevinmiştim.

   Günler ayları, aylar yılları kovaladı durdu. Artık ilkokulun son sınıfına gelmiş birazda serpilmiştim. Boyum uzamış, Annemin güzelliğini de almış olmalıydım ki kadınlar benim için ilerde çok yakışıklı olacak diye söylenirlerdi. Çok arkadaşım yoktu, hele biraz arsız oldun mu arkadaş bulmak zor oluyordu. Ama sevdiğim, yakın olduğum bir iki arkadaşım vardı. Halamın oğlu İsmail’le akran sayılırdık ki çok iyi anlaşırdık. Zaten onlarda olmasa yaşamak benim için zor olurdu. Çocukta olsam birilerine ihtiyacım vardı.

   Okulda okuduğum yıllarda her hangi bir etkinliğe katılmaz, yapılanları izler, bayramlarda diğer öğrencileri seyreder, bazen onların arasında olmak, bir kez olsun bir şiir okumak isterdim. Ama bu hevesim hiçbir zaman gerçek olmadı.

   Okulumuzun son aylarıydı. Bir müsamere yapılacağı söyleniyor ve oyun için eli ayağı düzgün bir erkek çocuk aranıyordu. Diğer sınıfların öğretmenlerinden biri, sıra aralarında gezerken olduğum yerde durdu ve beni göstererek;

---Hikmet’i seçin,  Demişti. Bana da bir görev verecekler diye çok sevinmiştim, ama ne fayda, bizim öğretmen hakkımda öyle anlamsız ve gereksiz sözler söyledi ki çok utanmış, hemen oracıktan kaçmak istemiştim. Ben gerçekten bu kadar kötü ve işe yaramaz birimiydim diye saatlerce düşünmüş, nedenini bir türlü anlayamamıştım. Tamam, derslerime çalışmıyordum, ilgim yoktu ama buna rağmen notlarım hiçte kötü değildi. Kimselere, çevredekilere de zararım olmazdı, ama sevgi zorla olmuyor herhalde diye düşündüm. Sevmiyorlar beni ne yapayım diye kendimi oyalamaya çalışmıştım.

   Okulumuz bitmiş yaz tatili gelmişti. Arkadaşlarımın çoğu gideceği yeni okullardan bahsediyorlardı. Babaları onları kasabadaki ortaokula vereceklermiş. Bende heves etmiyor değildim ama derslerime karşı ilgisizliğimden hep şikâyet eden babam bir gün bana, seni ortaokula göndermeyeceğim. İyi okumuyorsun, seninle uğraşamam dediğinde, artık benim için okul hevesi kısa zamanda bitmiş, babamın benim için ne yapacağını merakla beklemeye başlamıştım. Öyle ya! Köyümüzde iyi okumayanlar ya çoban, ya çiftçi, ya da ilçede çırak oluyorlardı. Benim geleceğim ne olacak diye beklemeye başladım.

   Tatil başlayalı bir iki ay olmuştu. Bu arada bende tarlamızda çalışan işçilerle beraber işe gidip gelmekteydim. Bahçe işlerini hiç sevmezdim, ama denileni yapmaya da mecburdum. Derken bir akşam babam beni çağırdı.

---Hikmet gel hele oğlum?

---Buyur baba?

---Seni ilerdeki köylerden bir şoförün yanına muavin olarak vereceğim haberin olsun,

Dedi. Ne diyeceğimi bilemiyordum. İyi mi? kötü mü? Gerçi köyün yakınından geçen kamyonları arabaları gördükçe saatlerce onları izler, hep buralardan gitmek isterdim, Çok uzaklarda sevginin olduğu bir yer vardır diye düşünüp dururdum. Şimdi, düşlerim gerçek oluyordu ve babam beni göndermeyi düşünüyordu. Yinede içime bir korku dolmuş, ama belli etmemiştim.

---Nasıl istersen baba,

Diyebildim. Babaannem biraz istekli olmasa da üvey annem ve dedem bunun doğru olduğunu söyleyerek babama destek vermişlerdi. Artık evimizden yavaş yavaş ayrılacak, kendimi yeni bir dünya da bulacaktım. Babamın durumu iyi olduğu halde beni evden uzaklara göndermesinde Dedemin ve üvey annemin etkisi olduğunu anlamak zor değildi. Zaten sevilmediğimi bilmiyor değildim, dolayısıyla beni başlarından uzaklaştırıyorlardı.

   Çok geçmedi, bir günün akşamında babam bana dönerek:

---Hazırlan Hikmet, yarın işe başlayacaksın bu nedenle git kendine giyecek bir şeyler hazırla.

    Heyecandan gece boyunca doğru dürüst uyuyamamış, korku, endişe, sevinç karışımı duygular içinde geç saatlerde uyuyabilmiştim. Erkenden kalkıp sabah yemeğimi yedikten sonra babaannemin yardımıyla giysilerimi ve fazladan bir iki çamaşırımı bir torbaya koyarak evden ayrılıyordum. Evdekilerin ellerini öperken gözlerinde bana karşı bir acıma ve merhamet dolu bir bakış bulamamıştım. Babaannem beni öperken:

---Dikkatli ol oğlum kendine iyi bak olur mu?

   Artık bilinmeyenlere doğru, ağır ağır gidiyordum. İçimden arada bir geriye dönüp bakmak geliyor ve ara sıra bakıyordum da. Hala küçüktüm, hala çocuktum. Yuvadan, evden ayrılmak, tanımadığım insanlarla yaşamak, buralardan gitmek, benim için önemli bir olaydı. Tüm geleceğim bundan sonra şekillenecekti, hiç olmazsa sevgi dolu bir kucaklaşma olsaydı içimdeki korku ve endişeler çok fazla olmazdı.

   İlçeye gitmek için minibüse bindik. Yirmi dakikalık bir yolculuktan sonra İlçemize gelmiştik. Burası Turhal’dı ve hayli hareketli bir ilçeydi. Ova bir yere kurulmuş olduğu için, düzgün sokakları, geniş parkları vardı. Nüfusu gün geçtikçe artarak, şehrin çevresinde yeni mahalleler kurulmuştu. Köyümüzden de buraya gelip yerleşenler çoktu. Bir kısmı fabrikada çalışıyor, kimileri ticaret yapmakta, kimileride sanatkârdı. Uzaktan şeker fabrikasının ağır ağır yukarı çıkan dumanı görülüyordu.

    Minibüsten inince babam yakındaki bir kahveye gideceğimizi söyleyerek yola koyulduk ve birkaç dakika sonra kahveye vardık. Hava sıcak olduğu için insanların bir kısmı dışarıda sabah çayını içiyordu. Babam bir kişinin oturduğu masaya doğru giderek,

---SelamünAleyküm, Cemal,

Diye selam verdi.

---Aleyküm Selam Hüseyin, hoş geldiniz buyurun oturun.

Babam sandalye çekerek otururken bana:

---Oğlum sende çek bir sandalye,

Demişti. Yanına geldiğimiz adam:

---Oğlum üç çay yap hele,

Diye içeriye seslenirken:

---Hikmet sensin demek,

Diyerek bana doğru gülümsedi.

---Sağlam gibi duruyor,

Dedi babama.

---Öyledir Cemal, sağlamdır, akıllıdır oğlum,

    Ben daha kiminle tanıştığımızı bile anlamadan babam:

---Artık oğlan senin Cemal ona iyi bak. İyi bir adam ve iyi bir şoför yap,

Demişti.

    Anlaşılmıştı artık, bu adamın yanında çalışacak, onun muavini olacaktım. Demek ki zamanı gelmiş, söylenenler yerini bulmuştu. Geleceğim yavaş yavaş şekilleniyor, uzun yıllar yanında çalışacağım adama merakla ve endişeyle bakıyordum. Sert görünüşlü bir adamdı. Acaba beni döver miydi? Çocukluk işte, aklıma hemen dayak gelmişti. Aslında dayağı hiç mi hiç sevmez, nefret ederdim. Biraz oturduktan sonra babam benimle vedalaşarak giderken elime biraz para tutuşturmuştu. Sanki bu para beni teselli edecekti. Köyde her ne kadar korkusuz yiğit bir çocuk olarak tanınmış olsam da, yinede evden ilk kez ayrılacak ve bilinmeyenlere doğru, yeni tanıdığım bir adamla yol alacaktım. Babamın ayrılmasından sonra duygulanmış, gözlerim dolmuş, akmak üzere olan yaşlarımı saklamaya çalışıyordum. Bana ilgiyle ve merakla bakan Cemal Amca:

---Sakın ağlama! Ağlayanı sevmem,

Deyince hem korkmuş, hem de utanır gibi olmuştum. Nede olsa daha on üç yaşıma yeni girmek üzereydim, henüz çocuk sayılacak yaştaydım.

    Birazdan bizde kalkarak, yakında duruyor dediği kamyona doğru yol almaya başladık. On dakika yol almıştık ki:

---Ha bak işte!  Bu bizim araba. Ona çok iyi bakacaksın,

Diyerek dikkatimi çekmek istemişti.

    Biraz uzakta kırmızı renkli, parlak ve yeni bir araba duruyordu. Yanına yaklaşıp önünü okudum, Fargo diye bir süslü yazı yazıyordu. Herhalde adı bu olmalı diye düşündüm. Oturma yerinin yukarısında kasanın ön bagajında kocaman bir MAŞALLAH yazısı vardı. Çekine çekine yaklaştım. Sağına soluna dikkatlice baktığımı gören Cemal Amca:

---Meraklısın sende benim gibi. İyi o zaman anlaşacağız. İstersen bana usta diyebilirsin.

   İçine bindik, arabayı çalıştırdı. Bu ses benim yıllarca duyacağım ve beynime kazınacak olan sesti. Arabayla tanışmamız böyle olmuş, yük alacağımız yere doğru gidiyorduk. Cemal amca genelde Turhal- İstanbul arası şeker taşıma işi yapmaktaydı. İş olduğu zamanlar diğer şerhlere de gittiği, hatta bazen iki üç ay bile dışarıda kaldığı oluyormuş. Yavaş yavaş Fabrikaya giriyorduk. Buralar benim için yabancıydı, ama alışacaktım, öğrenecektim her şeyi. Böylece muavinlik işim başlamış oldu. Yeni hayatım kim bilir bana neler getirecekti. Nerelere gidecek, kimlerle tanışacak, yeni arkadaşlarım olacaktı. Bir süre sonra yükü almış Turhal’dan ayrılmaya başlamıştık. Cemal Amca yol boyu bana arabada neleri yapmam gerektiğini, neleri yapmamam gerektiğini uzun uzun anlatmaya başlamıştı bile. Bir öğretmen gibi sürekli tekrarlamalar yapmaktaydı. Önümde uzanan yollarda sırlarla saklı bir geleceğe doğru yol alıyordum. Gelecek ama hangi ve nasıl bir gelecek?

   Günler ayları kovalamaya ve bende yeni işime alışmaya çalışıyordum. Zor ve yorucu işti ama seviyordum. Gezmek, benim en hoşuma giden şeydi. Cemal Amca bana araba ile ilgili pek çok bilgi vermişti. Şimdi yaşayarak bu bilgileri daha iyi öğreniyordum. Yolumuz genelde Ankara, İstanbul, Samsun, Trabzon ve Tokat hattından oluşuyordu. Bazı zamanlar iş olmadığında,  bayramlarda eve gelmekteydim. Evde artık misafir gibiydim. Bazen de anneannemlerin köyüne gidiyor onlarla kalıyordum. Zamanla biraz daha büyümüş ve kendi başıma kararlar vermeye başlamıştım. Nereye ve ne zaman gideceğim gibi. Kendi elbiselerimi kendim alıyor, bazen evdeki kardeşime harçlık bile veriyordum. Uzaklardan gelirken eve küçük hediyeler, yiyeceklerde almaya başlamıştım.

   Arkadaşlarımdan epeyce ayrı kalsam da, köye geldiğimde onlarla buluşup neler yaptığımı, nerelere gittiğimi anlattıkça, beni kıskandıklarını biliyordum. Ama benim eksikliğimi onlar hiç anlayamazlardı. Evime bir yabancı gibi gelmek, sevgiyle bakan bir çift göz, saçlarımda şefkatli sıcacık bir elin gezintisini bulmak, imkânsız gibiydi.  Benim en iyi dostum altımızdaki araba olmuştu.

    Bir süredir Cemal Amcaya usta demeye başlamıştım hem kolay hem de bana daha bir güzel geliyordu. Usta ile uzak yerlere gidişlerimizde bana garip gelen, ama hiçbir zaman sormaya cesaret edemediğim bir şey görüyordum. İlgilenmiyor görünsem de merak ya, hep aklıma takılmıştı. Şöyle ki: Usta Ankara’ya, İstanbul’a, Trabzon’a, giderken, yanına kapalı bir çanta veya sıkıca sarılı bir paket alıyordu. Ben onlara hiç bakmazdım, bakamazdım da zaten. Herhalde Usta’mın eve aldığı hediyelerdir diyordum. Ayrıca baktığımı anlarsa ayıp olurdu. Çokta sert bir adamdı ve ağır sözler söyleri vardı, bu yüzden azarlanmak istemiyordum. Ustam benimle tam bir usta çırak ilişkisi yaşıyordu. Ben onun para işlerine, aldığına, verdiğine bakmaz yalnızca araba ile ilgilenirdim. Ne samimi nede uzak… Beni sevdiğini hiçbir zaman anlayamamıştım, belki de hiç sevmemişti.

   Neyse, yıllar böylece geçmiş araba sürmeyi, trafik kurallarını, araba tamirini, şehirleri iyice öğrenmiştim. Yaşım on yediye gelmişti bile. İyi yemek yediğimden ve babama çektiğimden olacak, kalıplı ve kuvvetliydim, ayrıca emsallerimden olgun duruyordum. Benim için çok kere yakışıklı diyorlardı. Büyüdükçe daha farklı olmaya başladığımı bende anlıyordum. Uzun boylu, koyu yeşil gözlü, açık tenli, siyah saçlı güzel bir delikanlı olmuştum. Çok fazla konuşmaz, genelde az gülen biriydim. Şartların etkisi altında sert mizaçlı biri olarak görülüyordum, aslında hiçte öyle biri değildim.

   Konakladığımız yerlerde kamyoncularla otururken, atılan kahkahalara katılmazdım. Bu nedenle benimle fazla şakalaşmazlar, samimi olmazlardı. Temiz giyinmeyi çok severdim. Her zaman üzerimde temiz elbise bulunurdu. Sigaraya başlamıştım, ancak az içiyordum. Artık iyiden iyiye beliren sakalımı da düzenli kesiyordum.

---Aha geldik, karnını doyur bakalım.

Dediğinde kendime gelmiştim.

---Deminden beri düşünüp durmaktasın ne oldu sana rahatsız mısın?

---Yok, iyiyim biraz dalmışım,

Dedim. Arabamız yavaş yavaş konaklama yerine gelip yerini almıştı. Motoru durdurup aşağıya inmiştik ki, birden yanımıza sivil bir taksi gelmiş ve içinden inenler bize doğru hızlı bir şekilde yönelmişlerdi. Gelenler temiz giyimli üç kişi olup ciddi duruyorlardı.

---Cemal Kırıntı sen misin?

Diye Ustaya seslenmişti biri.

---Evet benim,

Dedi, ardından:

---Hayırdır ne oldu?

Diyen Ustamın yüzüne bir an baktığımda şaşırmıştım. Gayet soğukkanlı korkusuz bir adam birden değişmişti. Lokantadan gelen ışığın vurduğu yüzü bozuktu, sanki korku izleri vardı. Ne oluyordu kimdi bu adamlar. Bildiğim kadar

Mehmet Macit devam edecek 
( Gökkuşağı Roman Kısım 1 1-10. Sayfa başlıklı yazı mucit55macit tarafından 7/10/2015 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.