1
---Bilmiyorum. O ustamındı.
---Sana kimin olduğunu
sormadım canımı sıkma. Kimden alıp kime götürüyorsunuz?
---Bilmiyorum ben, öyle
şeylerle ilgilenmem.
---Oğlum bak iş çok ciddi. Sen
hala dalga geçiyorsun, şimdi dışarı çıkar, önceki memurları yollayım, ister misin?
---Abi, kurbanın olayım ne
dediğinizi anlamıyorum, niye bu iş ciddi, ne var o pakette bana da anlatın ne
olur.
Amir elini yüzüne tutarak
odada bir müddet gezindi. Ara sıra bana bakıyor sonra tekrar dolaşıyordu. Birden
durdu bana döndü;
---Oğlum bak bu işin sonu
kötü ne yaptığınızı, ne ettiğinizi bir güzel anlat bize. Zaten Ustan konuştu
her şeyi anlattı. Ama birde senden dinleyelim diyorum. Susup, ekledim bir
müddet, sonra Amire dönerek:
---İşin ne olduğunu bir
bilsem, neden konuşmayayım.
Amir hiddetle eğilip yakama
yapışmıştı. Çok korkmuş, yalvaran gözlerle yüzüne bakıyordum.
---İnsanları zehirlemek için taşıyın,
ondan sonrada aptal muamelesi yapın şimdi. Utanmıyorsunuz hayvan herifler.
Şaşırmıştım. Ne zehri, ne oluyordu? Korkum gittikçe artmış, işlerin karışmaya başladığını anlamaya
başlamıştım. Saf bir şekilde Amir Beye dönerek:
---Pakette zehir mi varmış? Ne
zehri Abi, Allah aşkına ben bir şey bilmiyorum.
Amir Bey sert ve gür sesle:
---Tabii, işinize gelmeyince
görmedim, bilmiyorum. Hep aynı numara diye bağırdı. Sonra sert bir şekilde
kapıdan çıkarken:
---Bunlara iyilik yaramaz, size
bırakıyorum,
Dedi ve gitti. Şimdi ne
olacak, yoksa yine dayak mı vardı acaba diye düşündüm. Ne anlatmamı istiyorlardı, ne söylemeliydim. Bir
şey görmemiş, söyledikleri konuda bir şey bilmiyordum ki. Yanımda kalan
memurlar tekrar sorguya başladılar. Kimden aldınız, kime götürüyordun? Ben
sustukça onlar daha da kızıyor, bazen sağıma soluma yumruk atıyorlardı. Ağzımdan
burnumdan kan geldiğini anlamış, silmeye çalışıyordum. Bir gözümde çok ağrıyor,
ağlamak dahi aklıma gelmiyordu. Ne kadar geçti bilmiyorum dışarı gittiler. Kurtuldum
sanırken daha sert bakışlı iki yeni memur içeri girmişti. Artık yorgunluktan
sorulara cevap vermek yerine başım öne düşmüş, boğazımdan hırıltılı sesler
geliyordu. Bu durumlarda başımdan aşağı su dökerek kendime gelmemi
sağlıyorlardı. İki memurda bir zaman sonra dışarı çıkmış yenileri gelmişti. Sorular,
sorular, sorular... Bir türlü kesilmek nedir bilmiyordu. Saatlerdir sandalyedeyim,
ayaklarım şişmiş sızlamakta, ellerimdeki kelepçeler bileklerimi iyice
acıtmaktaydı. Hatta korkudan, dayaktan, sıkıntıdan altımı ıslatmıştım. Herhalde
üzerime dökülen sulardan anlaşılmamıştı. Sağlam bir bünyeye sahip olmama rağmen
iyice bunalmış, yorulmuş bir süre sonra dayanamamış, olduğum yere yıkılmıştım. Düştüğüm
yerden sırt üstü dönüp sızlayan ayaklarımı uzatmaya çalışırken, yukarıda yanan kısık
ışıklı lambaya bakıyor, bakarken dalıyorum.
Yeşilırmak kenarında çimenlere uzanmışım. Irmağın
ve ağaçların çıkardığı seslerin oluşturduğu ahengi dinliyorum. Güneş bulutların
arasından parlamakta, bir de inceden bir yağmur yağıyor. Kulaklarımda bir
ninni, aklıma annem geliyor.
Gök kuşağı çıkmış, aman Allah’ım tam tepemde ve ben altındayım. Uzanmak
ve tutmak istiyorum fakat içim daralmakta, midem şiddetle bulanmakta. Derin
derin nefes almaya çalışıyorum, göğsümde derin bir ağrı.
Hafif bir serinliğin etkisiyle kendime
gelmeye çalışıyorum. Her tarafım ağrılar içinde yere azanmış halde ellerimi,
kollarımı oynatmaya çalışıyorum. Gözlerimi açmak istiyorum ancak zorlandığımı
hissediyorum. Doğrulmaya çalıştım, gücüm yetmemişti. Ellerimi destek yaparak
tekrar kalkmaya çalıştım. Yavaş yavaş kalkarken ağrımadık yerimin olmadığını
acılar içinde hissediyordum. Oturur duruma geldiğimde, ilk geldiğim odada
olduğumu fark etmiştim. Ellerimde kelepçe yoktu, kollarımı oynatırken çok kötü
koktuğumu hissettim. Hayatta hiç sevmediğim bir durumla karşı karşıyaydım. Pislik….
Üzerimi şöyle bir yokladım üstümdekiler kurumuştu, fakat biraz üşüyordum. Duvarın
pisliğine aldırmadan arkama yaslandım. Ne kadar zaman olmuştu acaba, buraya
tekrar neden getirilmiştim?
Cemal Ustam! O neredeydi şimdi? Ondan hiç
haber alamamış ancak buralarda bir yerde olduğunu hissediyordum, nerede ve ne
haldeydi? Ustamı fazla düşünemedim, çünkü kendim çok kötüydüm. Elimi yüzüme
sürdüm, yüzümün her tarafı şişmiş ve ağrıyordu. Çenemi oynatmaya çalıştım, paslı
bir kerpeten gibi zorlanıyordu. Tuvalet ihtiyacımın geldiğini anlayınca zorlukla
ayağa kalkarak dipteki pis deliğe yöneldim. Artık temizliği düşünecek halde
olmadığım için ihtiyacımı giderdikten sonra odada dolaşmaya başladım. Ayaklarım
ağrıya karışık derin bir sızı vardı. Açılır diye bir müddet ileri geri hareket
ettim. Ancak başım da çok ağrımakta, hafiften midem bulanmaktaydı. Tekrar
otururken arkama yaslanıp olanları bir kez daha düşünmeye başladım. Biz neden
buradaydık, aldıkları pakette zehirden bahsetmişlerdi ya! Neydi bu zehir
denilen şey?
Böyle bir şey duymamıştım ama sinema
filmlerinde uyuşturucu ile ilgili görüntüleri, çatışmaları, ölümleri izlemiştim.
Acaba zehir dedikleri uyuşturucu olabilir mi diye düşündüm. İyide ustamın
bunlarla ne işi vardı. Gittiğimiz yerlerde pek çok kimseyle görüşmez, malı
indirdikten sonra parasını alır, yeni ambara gider, yük sorar, sadece
tanımadığım garip kılıklı birkaç kişi ile görüşürdü. Ben onların kim
olduklarına aldırmaz, kendi işime bakardım ki bu görüşmeler çok kısa olur, şüpheli
bir durumu fark etmezdim. Nasıl bir pisliğin içinde kaldığımı tam olarak
anlamadığımdan korkuyordum. Benim bir şey bilmediğime niye inanmadılar, benim
ne suçum vardı ki? Allah’ım nasıl kurtulacaktım buradan? Tek umudum ustamın konuşması
olacak diye düşündüm, o beni korurdu.
Bir zaman sonra daha da toparlanmış vaziyette
otururken, ayak sesleri gelmeye başladı. Demir parmaklığın arkasında resmi
giyimli bir memur belirdi. Elinde küçük bir tepsi vardı.
---Gel al bunları da
zıkkımlan,
Diye seslendiğinde yapılan hakaretlere
üzülüyor, zoruma gidiyor, içten içe
kızgınlığım artıyordu. Genç olmama rağmen insanların beni bu derece
aşağılamalarına dayanamıyordum. Ben de bir insandım, hem de suçumu bile
bilmeden tıkılmıştım buraya. Tepsiyi demir parmaklığın altından içeri uzatan
memur gidince yavaşça doğruldum ve tepsinin olduğu yere gelerek eğilip aldım. Elimdeki
tepsiyle yerime otururken içindekilere baktım, eski bir kap da sulu bir çorba, yanında
biraz ekmek ve bir parça helva. Midem almasa da yemeliydim belki içimdeki
bulantısı geçerdi. Hayatımın bu anına kadar ister evimde ister arabada çalışırken
hep güzel beslenmiş, iyi şeyler yemeye alışmıştım. Ama şimdi durum farklıydı ve
olanla yetinmeliydim. Ekmek kuru olsa da sulu yemeğe batırıp ıslatarak yemeye
çalıştım. Çorbanın tadı güzeldi ancak çenemi açmakta bir hayli zorlandığımı
fark edince dayaktan olacak diye düşündüm ve belli belirsiz ağır hareketlerle
önümdekileri tüketmeye başladım. Diğer bir tasın içindede su vardı, onu da
içtim. Tepsiyi yanıma koyup tekrara arkama yaslandığım zaman, yemekten olacak
kendimi daha iyi hissetmeye başladım. Bakalım işin sonu nereye varacak diye
düşünerek, dayanmalı, sabırlı olmalıyım
diye kendi kendime kuvvet vermeye çalıştım.
Gece mi, gündüz mü bilemeden bir hayli
zaman geçmiş bende bu arada oturduğum yerde zaman zaman uyuyordum. Dışarıdan
konuşmalar sesler duysam da, uzaktan geldikleri ne olduklarını için
anlayamıyordum. Şu an ırmak kenarında olmak için neler vermezdim. Irmak ve
yeşillikler, uzun ağaçlar, o ahenk dolu sesler gözümde tütüyordu. Ben böyle
yerlere yakışacak insan olmadığımı biliyordum ama ne fayda şimdi buradaydım.
Ne kadar zaman geçti bilemeden, dışarıdan
yine sesler gelmeye başladı. Ayak seslerinden gelenlerin benim tarafa doğru
geldiklerini anladım. Demir kapının önünde durup kapıyı açtıklarında gelenlerin
iki kişi olduğunu gördüm. Öndeki kelepçelerle bana yaklaştı, belli ki yine
gidecektik ama nereye? İnşallah sorgulandığım odaya değildir.
---Uzat lan ellerini.
Ellerimi uzattım, kelepçeleri
hızlıca takarken bileklerimin acısını ta yüreğimde hissetmiştim.
---Ah! Yavaş biraz,
Demeye kalmadı.
---O…. Çocuğu! İnsanları
zehirlerken onları hiç düşündün mü? Onların acılarını hissettin mi? Bak! Hemen
canın nasılda yandı.
İçimden konuşmak gelmedi, çünkü daha öncede
defalarca ben bir şey bilmiyorum demiştim zaten, üstelik çenemde ağrı
içindeydi. Beni aralarına aldılar, sakin adımlarla yürümeye başladık. İlerledikçe
içeriye gün ışığı daha çok geliyordu ki vakit gündüz olmalıydı. Oda ne? Beni
kapıya doğru götürüyorlar. Şimdilik, o kötü oda yok diye seviniyordum. Merdivenlerden
aşağı indiğimizde önümüzde duran kapalı bir cip gördüm. Hemen yanı başında
resmi elbiseli bir memur vardı. Kapıyı açarak içeri girmemi istediler itilir
gibi içeriye girdim.
Aa Cemal Amca! Oda buradaydı. Sakin ama çok
hırpalandığı açıkça belli bir vaziyette başı önünde öylece oturuyordu. Yanına
oturduğumuzda araba hareket etmişti bile.
---Usta
nasılsın, nerelerdesin, neler oluyor?
Demiştim.
---Kesin
sesinizi konuşmak yasak,
Demişti
yanımdaki resmi memur.
---Adliyeye
gidiyoruz, Savcıya çıkacaksınız.
Adliye, Savcı! Aman Allah’ım bunu sonu
cezaevi olacak diye her yanımı bir ürperti aldı. Ne suçum vardı sanki? Bunlara
derdimi anlatamamışken Savcı anlar mıydı? Ustam beni korumadı herhalde diye
aklımdan geçti, baksana beni de Adliyeye götürecekler. Heyecanım artmış hafifçe
titremelerim başlamıştı. Ustam bunun nedenini biliyordu ancak yanımdaki memur
bilmediği için sinsi sinsi gülerek bana bakıyordu.
Üç beş dakika geçmiş, Düzce Adliye binasına
gelmiştik. Araba durdu, önce memurlar, ardından bizde arabadan indik. Ustam
önde ben arkasında kelepçeli vaziyette binaya doğru gitmeye başladık. Çevrede
bulunan insanlar meraklı gözlerle bize bakarken, kendi aralarında bizimle
ilgili bir şeyler konuştukları belliydi. Birbirlerine bizleri gösteriyorlar,
bizim suçlu olduğumuza inanıyorlardı. Bu durum karşısında ne kadar utandığımı
anlatamam. Üstüm başım perişan vaziyette, sakalım uzamış, her zaman düzenle
taradığım saçlarım dağılmıştı. Dışarıdan bakınca çok kötü göründüğüm kolayca anlaşılıyordu.
Bu halimle bile suçlu insanlara benziyordum. Bu genç yaşımda ellerim kelepçeli,
polislerin arsında Mahkemeye gidiyordum ama
hala nedenini bile bilemeden.
İçeri girdik yukarı çıkan merdivenlere
yöneldik. Üst katta bir odanın kapısının önünde durduk, Memurlardan biri kapıyı
vurdu, ardından içeri girdi. Kapı yarı aralık vaziyette içeride bir şeyler
konuştuktan sonra memur tekrar yanımıza gelerek:
---İçeri
gelin,
Diye
seslendi. Biz içeri girdik, memurlar dışarıda kaldı. Yan yana ayakta, masada
oturan adamın tam karşısında durduk. Üstü başı düzgün olan adam Savcı
olmalıydı. Bizimle beraber polis memurlarının getirdikleri dosyayı açıp bir
süre okudu, sonra bize dönerek konuşmaya başladı.
---Cemal
Kırıntı; karakolda ifadende bulunan malın senin olduğunu açıklamışsın. Söyle
bakalım nereye götürüyordun?
---Kimseye
değil.
---Bunu
sen mi içeceksin yani, güldürme beni,
---Evet.
Savcı
yüzünü buruştururken aldığı cevabın hoşuna gitmediği açıkça ortadaydı.
---Kimden
aldın bunu,
---Dosyada
var Savcı Bey,
Savcı
bir kere daha dosyaya baktı, bir şeyler okudu, ardından:
---Bakalım
Hâkim ne diyecek?
Beni
gösterdi.
---Bunu
da mı alıştırıyorsun, ama bu çocuk hiçbir suçu kabul etmemiş,
---Onun
bu işlerle alakası yok Savcı Bey, o sadece benim bir çalışanım.
İçim
sevinçle doldu, Ustam beni koruyordu ve bunu açıkça göstermişti. Belki beni
sevdiğini hiç belli etmemişti ama beni koruyor, suçumun olmadığını anlatmaya
çalışıyordu. Savcı:
---Korumaya
çalış bakalım, Hâkimi de kandırabiliyor musun? Onun suçu yokmuş, külahıma
anlat.
Deyince
içimde yine korkular dolaşmaya başlamıştı. En büyük korkum özgürlüğümün elimden
alınacak olmasıydı. Öyle ya hapishanede insan ne kadar özgür olurdu. Ta
çocukluğumdan beri özgürce yaşamaya alışmış, başına buyruk biri olmuştum. Arabada
çalışmayı da bu nedenle sevmiştim. Doyasıya geziyor, yeni yerler görüyordum. Acaba
bir daha dışarıyı görebilecek miydim? Birden Savcı:
---Memur
Bey!
Diye
seslendi.
---
Bunları alın nezarethaneye götürün, öğleden sonra mahkemeye çıkacaklar,
Dedikten
sonra görevli memurlar bizi alıp koridora çıkardıklarında, koridorun iyice
kalabalıklaştığını fark ettim. Kısa da olsa insanların bize olan bakışlarını
izlediğimde, kimi acıyan, kimi sert bakışlarla, bazıları da anlamsız gözlerle
baktıklarını görmüştüm. Etrafıma göz gezdirirken bana doğru dikkatlice bakan
bir çift göz daha far ettim. Başı eşarplı genç bir kadın bana ilgiyle bakıyordu.
Güzel bir kadındı, yaşı yirmi beşler civarında olmalıydı ama neden öyle
bakıyordu? Dikkatle bakıyor ve beni inceden inceye süzüyordu, peki de neden? Beni
tanıyan birimiydi, yoksa Ustamı mı tanıyordu? İlerlemeye devam ederken başımı
çevirip baktığımda hala bana doğru baktığını fark ettim. İçim ürpermişti, bu
bakışlardan.
Oldum olası kızlardan ve kadınlardan uzaktım.
Ustam beni birkaç kere umumhaneye götürmek istediğinde kabul etmemiştim. Canım
istememiş, içimden gelmemiş, o da bir daha ısrar etmemişti. Kendide gitmezdi,
her halde benim için istemiş olmalıydı. Kadınlara olan ilgisizliğimin nedenini
bilemiyordum. Belki küçükken kaybettiğim anneme tam doyamadığım için, beklide
ana sevgisinden mahrum kalmanın verdiği isyan dolu duygulardandı. İçimde dinmeyen
bir anne özlemi, duygularımı kasıp kavuruyordu.
Bizleri alt kata indirdiklerinde, orada kapıları
sağlam birkaç oda gördüm ve bizi burada ayrı odalara koydular. Herhalde konuşmamızı
istemiyorlar diye düşünüp kapısını açtıkları odaya çaresizce girdim. Odada
tahta bir oturak vardı, oturağa otururken işin sonunu merak etmeye başladım.
Üstüm başım hiçte iyi değildi, bu halde bir mahkeme çıkmayı kendime uydun
bulmuyordum. Ama elimden de bir şey gelmiyor, beklemekten başka yapacak bir
şeyimin olmadığını biliyordum. Bu genç yaşımda çözemediğim olayların içinde
derdimi kimseye anlatamamış, ne hallere düşmüştüm. Hayatımda ikinci kez böyle
bir olay başıma geliyordu.
Mehmet Macit
devam edecek