Adam
kumsalda yürüyordu. Çıplak ayakla yürümek insana iyi geliyormuş, diye düşündü.
Vücutta biriken negatif elektrik atılıyormuş. Aslında, kırlarda çıplak ayak
dolaşmak için derler bunu. Neyse buna da şükür. Bu da iyi geliyor. Dalgaların
sesi, ıslak ve yumuşak kumlara basmak, hafif esen rüzgar, güneşin sıcaklığı,
ara sıra ayaklarına kadar ulaşan dalgaların ıslaklığı, "son nefeslerini ayaklarımda
veriyorlar", diye düşündü, "her şey çok hoş ve rahatlatıcı...huzur depoluyorum," dedi. Bir ara durup ardına baktı. Kumsal boyunca bıraktığı ayak izlerini sonuna
ya da başına kadar gözleriyle takip etmeye çalıştı. Yer yer silinmişlerdi.
Dalgalar almıştı onları kumdan. Hayat da böyle dedi. Ölüm bir deniz. İstediğin
kadar iz bırak, silinip gideceksin. Sonra? Sonrası ne? Denize mi karışacaksın.
Hani kumdaki ayak izi? Silindi gitti işte. Denize mi geçti şimdi? Hayır, deniz
yok etti onu sadece.
Oysa
doğruyu bilmişti adam. Denize geçmişti ayak izleri kumsaldan. Dalgalar denize
katıyordu adamın ayak izlerini. Adamın ayak izlerini kumsala verdiği gibi...
Ve
kumsaldan kaybolan izler, denizde yollarına devam eder. Bu sefer kumsal boyunca
değil, deniz boyunca gidiyorlardı. Sahile dik yönde, denizin derinliklerine
doğru ilerlediler. Adam çoktan bitirmişti yürüyüşünü. Huzur dolu, otelin yolunu
tuttu. Ama izler, hiç bir zaman gidişlerini (yitişlerini) bitirmezler.
Denizde
bayağı bir zaman dolanıp durdular. Artık hiçbiri kalmamıştı kumsalda. Hepsi
denizdeydi şimdi. Dalgalara asılmış, sağa sola koşuşturuyorlardı. Oysa yürüyen
ayağın izleriydi onlar. Denizde, denizle birlikte coşan, koşan ayak izleri
oluyorlardı kah, kah duruyorlardı durdukları yerde. Denizle dinleniyorlardı.
Derken
izler, yavaş yavaş denizden de silinmeye başladılar. Güneş buharlaştırıyordu
onları, denizin dibine gidemiyorlardı çünkü, çok naiftiler; hep su üstünde
kalıyorlardı. Ve izler, buhar olup yükseldiler göğe doğru. Bu sefer de denize
dik yönde ilerliyorlardı yolculuklarına. Süzüle süzüle göğe vardılar. Ve
bulutlara karışıp gök yüzünde dolaştılar bir süre de...
Böyle
ne kadar zaman geçti bilemediler. Tek bildikleri, varolduklarıydı. Nasıl, ne
formda, ne zamandır varlar? Hep var mıydılar, hep böyle mi vardılar,
bilemediler. Savruldular göğün bir ucundan bir ucuna. Tek bildikleri,
izliklerini sürdürdükleri.
Ve
bir süre sonra yoğunlaşmaya başladılar. Üşüyorlardı, hem de çok.
Ağırlaşmışlardı ve yere doğru düşüyorlardı. Yağmur olmuş, yağıyorlardı. Vücutları
binlerce yağmur damlasına bölünmüştü.
Adam
caddede dolaşıyordu. İçinde bir sıkıntı vardı. Hava kararmak üzereydi. "Bu alaca
karanlığı hiç sevmiyorum," dedi. Ya aydınlık olmalı, ya karanlık. Ruhum
bunalıyor. Hava durumu ve ışık, insan psikolojisini derinden etkiliyormuş
zaten. Al sana. Bir de yağmur başladı şimdi. Yazın ne güzeldi. Birden, daha iki
üç ay önce güney sahillerinde yaptığı kumsal yürüyüşlerini hatırladı. Ne kadar
huzur doluydu içi. Şu havaya bak. Berbat.
Ve
adam, koşar adım, asfalta düşüp parçalanmış, ıslak kanlarını asfalta
bulaştırmış yağmur damlalarına, daha doğrusu onlardan kalanlara basıp, geçti.
Suda anlık izler bırakarak, yoluna devam etti. Su ise, üstüne düşen her izi
kotlayıp belleğe, caddeden akıp gitti...