Uçurtmalara tutunmak, gönül
acılarla örerken kozasını. Örgütlenmeye başlarken gecenin ritmi, kendi içindeki
tınıya benziyor herkes, eninde sonunda akşam üstleri. Bir ışık düştüğünde
yollara, onun içine de düşer bir her insan gibi. Kelebeklere kanatlar takılır
ebruli, güller verirler önlerine kim gelirse adını yazmak için tabi. Sevdaları
okusun , yazılanlar sevda diye. Gözlerinde süt liman bir gökyüzü belirir. Bir
umut dalı belki tutunacak. Ve yürekler yumuşar hüznün güzelliğinde böyle
zamanlarda. Özlenecek bir zulası vardır hazırda insanın, her hangi bir yerde.
Sevilmese bilinmese de imkansız olduğu, biriktirilir nicedir ona dair özlemler.
Bulutlar salınıverir
gökyüzünden, yüzünün bir damlası bile yüreklere düştüğün de. Dünyalar yunar, arınır
gözbebeklerinde. Öpülmek istenir hep o arınmışlıklar. Düşlerde öpülen
yanağından kalkan beyaz güvercin sürüsü, uyandıklarında bir bakarlar ki
gönüllere konmuş kanat çırpışırlar, haberi olsun diye. Bir özlemdir eteklerinde savrulup tutunan akşamlar. Akşamla
bir yıldız yağsa gökyüzünden onu vururlar. O yoksa da, özlemi yeter de artar
bile biçare gönlüne.
Gözde ve gözdedir. Göz
olandır gönüller de. Uyuyamazsın asla mavi kayaların kıskanç uğultusun da. Diz
çöker acıyla, tuzak olur gövdeler. Rehin kalır gölgeleri bir bir karanlık
dipsiz zindanlar da. Hadi öyle bir şey dile bütün içtenliğinle; bozulsun sihirler. Aydınlansın
zindanlar; çıkılsın yeşilliklere. Sabaha karşı bir yasemin kokusu sarsın uykuya
hasret, boynu bükük kumsalları sayende. Ceylan inişinde. Tek başına ölmez
baharlar. Takar peşine, beraberinde götürür öteki mevsimleri de. Çok bedeller ödenir; göze gelmesin, nazar değmesin diye
güzelliklerine. Fidyeleri ödenir tüm
gönül rehinlerinin haramilerine. Tuza dokunmuştur bir kere dudaklar istenmese
de. Ne üveyik olunabildi ne serçe. Ne de ağzı incili balıklar görülür denizler
de. Bir o vardır bilinen; tuzsuz, inci
kaplı dudakların sahibesi. Hep bekleyip
durdu ürkek yürekler. Bir mucize gibi
iyi ettin geldiğine. Bir alem gibi bambaşka ve her şeye bedeldi gelişi. Her şeyde ve her yerde olan. Yürekler
gönüller yanıyor buram buram. Alemler
yanıyor sönmezcesine.
Yalnızlığı; özlemli
bir haykırış. Çiçeğin tomurcuğu yarması gibi. Yarıya kadar inmiş yüreğinin bayrağı.
Matem yaşamak da, ayaza durmuş yüreği. Dallanmış acıların uçlarına tünedi ürkek
bir kuş. Umutlar hala kundaklarında. Nereye gittiler denizlerin onca martıları.
Dalgaların sesi kulaklardan, mavisi
gözlerden.
Yürek sesi oldu Murat’ın kaleminin
ucundan damlayan nasıl başladığını bilemediği. Çözemedi gönül bağını. Yüreğini
yakan bir sevda yangını oldu bir
kıvılcımla. Hep gidemediği şehir, dokunmak istedikçe uzaklaşan bir hayal,
özlemlerle örülü bir orman yangını, yaktıkça yakan sevda ateşi! Tadına
doyulamayacak bir ömür meyvesi, kimi
zaman zamanlarından çalan, zaman
hırsızı, tadına doyulamayan cennet mevsimi! Cesaretsizliği, korkaklıkla örülen,
hayat yolu ve sonu. İlkleri, mayası,
huzur limanı! Evet. Sadece sustuğu, her sustuğunda bir kelâm beklenilen.
Sevdalanmıştı yüreği Murat’ın.
“ Keşke cesaretimi toplayıp takip etseydim !” diye hayıflandı, günler geçip de
bir daha rastlamayınca. Dualar etti aralıksız. Kimdi, neydi, in mi, cin mi,
perimi, hayal mi yoksa? Büyüyordu sevdası hiç görmese de, karamsarlıklar sardı
her yanını. Kabuslar da geceleri.
Anne ve babası bir akşam
arkadaşlarının çocuklarının düğün merasimine katılmak üzere ayrılmışlardı
evden. Birkaç saat sonra döndüklerinde, annesi çağırdı onu sanki bir müjdeli
haber verecekmiş gibi. “ – Oğlum bir kız gördük düğünde, güzel mi güzel, çok
hanım hanımcık. Babanda çok beğendi kızı. “ diye tarif etmeye başladı kızı
heyecanla ve överek. Araştırıp öğrenmişlerdi kimin nesi olduğunu. Tarifi
Murat’ın yanıp tutuştuğu kızla örtüşüyordu. Zor etti sabahı ve buldu yakınının
işyerini. Sordu soruşturdu, iyi bir adamcağızdı. Gidip te bir şey soramadı
elbette. Ama en azından dayısını bulmuştu işte. Ve her gün belki rastlarım diye
dolandı durdu o civarda ; ama nafile !
Çok bozuktu morali ve her
halinden mutsuz olduğu dikkat çekmekteydi. Öğle saatleriydi, daire amiri
hızlıca açtı kapıyı ve işaret etti gelmesi için. Koşarak gitti yanına, ne
olmuştu acaba diye merakla. Salondaki pencereye yaklaştılar ve tülü aralayarak
“ – Şu kıza iyi bak. Arkadaşı yukarda falanın odasında, galiba eşi. Ondan öğren
kim olduğunu ve sakın kaçırma bu kızı.” ! Heyecan ve merak içinde baktı Murat
bahçedeki kıza. Aman Allah’ım işte o kızdı! Günlerdir aradığı, sevdalandığı
kız. Kabul olmuştu duaları. Sevinçten gözyaşlarına hakim olamadı. Elini yüzünü
yıkadıktan sonra mesai arkadaşının odasına gitti ve ustaca sorularla kızın kim
olduğunu öğrendi. Ustaca da olsa da çakmıştı durumu arkadaşı ve sonradan ona
işi düştükçe nemalanmayı ihmal etmedi, yedi içti bedavadan. Murat’ın eli mâhkumdu.
Severek yedirdi, içirdi. Yeter ki görüşmeyi sağlasın diye düşünmüştü.
Adı İlkin’ di ve ona Murat
hep :” İlko !” dedi ömrü boyunca. Ve yeni öğretmen olmuştu. Yakın bir köy
ilkokuluna atanmış, annesi ve iki kardeşiyle yaşıyorlardı. Terk edip gitmişti
babaları yıllar önce.
Gerek anne babasının
ve gerekse daire amirinin aynı kızı işaret etmeleri tesadüf mü yani ? Kader
yazınca nasılda hem fikir olunuyordu. Bu hadiseden sonra daha çok inandı
İlkin’in kaderi olacağına. Ve o kader ağlarını örmeye başlamıştı nihayet.
Beraber çalıştıkları ve çok şey öğrendiği Aydın Ağabeyi bir fayton çağırmıştı.
Muzdarip olduğu hastalığı nedeniyle tek başına yürüyemiyor , rahat konuşamıyordu.
Zorlukla Murat’a “- Yengen seni akşam yemeğine davet etti. Fayton çağırdım.
Hadi hazırlan bize gidiyoruz.” dedi. İlkindiyi geçmişti vakit. Yardım etti ve
faytona binerek evlerine geldiler. Güçlükle aşağıya indirip kol kola girdiler
eve. Yenge güler yüzle karşıladı onları ve bir odaya konuk etti. Yeni yeni
soluklanmaya başlamıştı ki arkadan itilen biri hızla tökezleyerek girdi içeriye
ve karşıdaki divana çarparak oturdu . Gözlerine inanamadı Murat. Evet işte İlkin tam karşısındaydı. Bu kadar
yakından ilk defa görmenin heyecanıyla utanarak eğdi başını. Sağ ayağındaki çorabın
yırtık olduğu ve başparmağının dışarı çıktığını hatırlayınca ilk tepkisi diğer
ayağı ile orayı kapatmak olmuştu. Ve hep put gibi oturdu çorabın hali
görülmesin diye. İlkin de tanımıştı Murat’ı, ona daha önce arkadaşının hanımı
fotoğrafını göstermiş ve durumu anlatmıştı. Ama o oralı bile olmamıştı. Ayağa
kalktı ve odayı terk etmeye yeltenince yenge hanım, “-Birbirinizi tanıyorsunuz
değil mi iye” söze girdi. Murat cesaretini toplayıp sadece “ -uzaktan uzağa !”
cevabını verebilmişti. “ – Oturun
bakalım. Bu odadan anlaşmadan çıkamazsınız !” diye uyardı. Tek katlı bir evdi.
Komşu evlerden görülmesinler diye telaşla örttü perdeleri. Eşini dışarı
çıkararak odanın kapısını üzerlerine kilitledi bir çırpıda. Baş başa
kalmışlardı aylar sonra. Ter bastı Murat’ı, dili damağı kurudu. Uzun bir sure
ikisinde. Meslektaş ağabeyinin baldızı İlkin’le aynı yaşlarda ve meslektaştılar.
Senaryo gereği onu alıp voleybol oynamaya ikna etmiş, İlkin’in annesi de izin vermişti, kız kıza
oynasınlar diye. Murat’ı da akşam yemeğine davet bahanesiyle getirince senaryo
ikmal edilmişti bile. Şimdi oyuncular İlkin ve Murat’tı. Bakalım neler olacaktı
.