DENİZ KABUĞU
Adam,
varlık hakkında düşünmekten yorgun, uykuya daldığında, rüyasında bir
sahildeydi. Kumsalda ilerlerken denize bakıp, yine varlık hakkında
düşünüyordu. O sırada bir
deniz kabuğunun kendisine seslendiğini duydu. Kabuğu alıp içine bakınca sırrı
çözeceğini içsel olarak biliyordu. Baktı. Kabuğun karanlığında sonsuz hızda
ilerleyen bir düşünceydi şimdi. Dünyayı, yıldızları, galaksileri, tüm
bunların kabuğun içinde olmasına şaşarak aştı. Ve dışa doğru mu içe doğru mu
gittiğini bile anlayamamıştı. Sonunda uçsuz bucaksız bir karanlığa kavuştu. Bu
hiçlikte yok olduğunda, sırrı kavramıştı. Sonra kabuğu indirdi. Yeniden ışığa
ve denize baktı. Hiçlik onu sıkmış, ürkütmüştü. “Böyle daha iyi” dedi… Ve
uyandı…
KAMERA
“İnsanlar uykudadır. Ölünce uyanırlar.”- Hz. Muhammed
Adam kamerasıyla manzarayı kaydediyordu. Ve şunları düşünüyordu: “Doğayı, dört duvar arasında da görebileceğim. Oysa kamera, karşısında olduğu ve kaydettiği halde, göremiyor. Onun yaptığı, canlı, cansız, yakın, uzak, menziline giren her şeyden yansıyan ışığı, elektromanyetik frekanslara çevirip kaydetmekten ibaret. O, hiçbir şeyin farkında değil. Hiçbir şeyi görüp yorumlayamıyor; bir anlam veremiyor. Çünkü idrak sahibi değil. Çünkü hayat sahibi değil. O, sadece kaydediyor. Hem de ağacı ağaç, çiçeği çiçek olarak bile değil, sadece frekanslar olarak… Ve ben, bu kaydı ekrana ilettiğimde, ekrana yansıyan elektrik sinyalleri olacak. Ama yine de ben, onların ağaç, çiçek, kuş olduklarını anlayacağım, seslerini duyacağım. Bir köpek ise, o ekranda yalnız anlamsız karıncalanmalar görecek. Hiçbir zaman zihninde, o ışıklı karıncaların farklı sinyallerine bir bütünlük getirip, onların gerçeğini idrak edemeyecek. O, her zaman bizim yayın yokken algıladığımızı algılayacak: ışıklı cızırtılar… Cansız kamera, canlı köpek ve ben. Madde, evrim geçirdikçe idrak kazanıyor olmalı.”
Adam bunları düşünürken, onun düşüncelerini de kaydeden kamera, şunları dedi: “Ah cahil adam. Şuur sahibi olan sensin öyle mi? Anlasan benim her şeyi gerçekten olduğu gibi kaydettiğimi. Bilsen ağacı ve çiçeği frekanslara dönüştürmediğimi. Senin ağaç ve çiçek olarak gördüklerinin
gerçeğini gördüğümü. Her şeyin zaten frekanslardan ibaret olduğunu. Sonsuz frekans okyanusundan aldığın damlaları, farklı kaplarda biriktirip, farklı adlar verdiğini, beyninde onlara başka başka elbiseler giydirdiğini bilebilsen. Ah kör adam, gözünle değil, özünle görebilsen…”
Adam, kameranın dediklerini duymadı. Ama kamera, kendi dediklerini de kaydetti…
Ve seneler sonra adam, kaydettiği kaseti en son izleyişinde, o zamanlar düşündüklerini hatırladı. Sanki düşündükleri ağaçlara, dağlara, gökyüzüne, çiçeklere sinmişti. Ve o düşünceleri ancak şimdi manzaradan çekip çıkarıyor, idraksizce algılıyordu. Ekrana daldı. Küçük, ışıklı noktaların boyutuna indi. Her şey karıncalanmaya başlamıştı. Sanki ekran, gittikçe çözünürlüğünü kaybediyor, manzara, parlak, hareketli bir noktacıklar yığını, bir dalgalar evreni haline dönüşüyordu. Ve kameranın dediklerini duydu. Ve kameranın söylediklerini dinledi. Sonra birden irkildi. Boyutuna geri döndü. Yine televizyon seyrederken dalmıştı…
Televizyonu ve gözlerini kapatıp kanepeye uzandı. Bilincinde, sezdiği şeylerden hiçbir eser yoktu. Düşünceleri uyuştu, tatlı bir yorgunluk hissetti. Kendini, gamsız, tasasız bir uykuya terk etti. Kaset ise, kapalı televizyona bağlı, çalışmaya devam ediyordu.