Allah herkese vazife vermiş ki, istediği gibi bir dünya olsun ve kullarının samimiyetine şahit olsun. Bu dünya, eğlence yeri değil. İnsan her ne kadar özgürüm, istediğimi yaparım dese de, yapmaya başladı gaflet anlarının ardından, fren gibi dertler verir Rabbim kuluna. Her dert, unutulmuş vazifeleri hatırlatır insana ve yapması gereken tövbenin ardından, yeniden dirilir. Yeniden yeşerir, bahar gibi… Her defasından bu samimiyet meyvesini verdikten sonra unutulmaya, sonbaharın ardında kışla, isyankâr yaşama dönüşür yeniden. Bu döngü mevsimleri andırır sanki…
İnsan ancak, kalbinde Allah
sevgisi varsa bu dünyadan lezzet alır, dünyanın meşakkatine katlanır, yalnızca
Allah’a kul olur. İnsan mutlaka birine kul olmaya göre yaratılmıştır. Burada ki
ince ayrım, İhlas süresinde ki Rabbi seçmektir.
Eğer biz rabbimize isyan eder,
ona vazifemizi unutursak, sağlığımız bozulur, hızla yaşlanır ve yalnızlaşırız.
Gençliğinde, bey gibi esen mizaç, yaşlandığında beyim dediklerine köle-kul
olur. Ne verişen ancak onu alırsın sonuçta… Kimsenin beyi, lideri değilsin… Belki
Hz Ömer’in dediği gibi bana da bu ülkeyi yönetme işini vermişler, kimsenden
üstün değilim, Allah’ın kuluyum ve ben de ona muhtacım. Ben yönetici-lider
olmakla, rezidanslarda yaşama hakkı elde edemem. Herkes nasıl yaşıyorsa ben de
öyle yaşarım. Sırtıma aldığım yük, eğer benimse taşınmaz hale gelir, değilse,
bir süre sonra onu taşımam ve hafiflerim-yükümden kurtulurum. Eğer biz her
şeyin fazlasını istersek, israf eder, o yükün ağırlığı ile yürüyemez hale
geliriz.
Bugün insanlar evleri, her
şeyleri olmasına rağmen, kredi adı altında aldıkları faizlerle, lüks evlere,
arabalara, seyahatlere koşuyorlar. Onun bunun üstünde zıplayarak, daha fazla
kazanmak suretiyle, ayrıcalıklı yaşamaya çalışıyorlar. Haksızca, zalimce sahip
oldukları bu yol, Allah’ı unutturuyor, tövbe haşa, kendilerini ayrıcalıklı ve
Allah’a eş koşmaya götürüyor. Havuz ortak mal olmasına rağmen, o havuzdan
alından başkasının hakları, kişileri iflah etmiyor. Madem Allah’ın gözünde
hepimiz onun kuluyuz, başkasından ne farkımız olabilir ki… Kul olan, başkasının
yemeğine, parasına, zenginliğine bakmaz. Kul olan, Allah nasıl veriyorsa, öyle
cömert ve eli açık olur, asla elindeki nimete de israf etmez. Allah’a kul olan kişi, vazifesini e iyi yapan
ve onun övgüsüne sahip olmak için yaşar.
Şimdi düşünelim, Allah bize ne
vazife vermiş ve biz bunu yapabiliyor muyuz? Daha doğrusu bir vazifemiz
olduğunun farkında mıyız? Bir işimiz var çalışıyoruz ama bu kazandığımız
dünyalık emeller üzerine kuruludur. Bu vazife, yani çalışmak ve rızkını doğru
yerlerden kazanmak gerekliliği temel vazifedir. İslam’ı öğrenmek, öğrendiğini
yaşamak ve anlatmaksa temel vazifeden daha üstedir. Yani yaptığımız veya
verdiğimiz bize dönmemeli, karşılığını Allah’tan beklediğimiz cinsten olmalı.
Ben verdim ama niçin bana dönmüyor diye bir beklentimiz olmamalı. Ben neden
vereceğim, ben kazandım dememeliyiz. Vazife yapıldıkça o ülke insanı refahı ve
uygarlığı yaşar. Kimseye muhtaç olmaz. Huzurlu ve mutludur da..
Çevreme bakıyorum ki, kimse mutluyum
demiyor, elindekilerine ve sahip olduklarına kimse şükretmiyor… Savaşlar, kavgalar,
sinirinden çıldıranlar, boşanmalar, kötü alışkanlıklar… Almış başını gitmiş!
Demek ki bu sonuçlara göre, kimse Allah’ın ona verdiği vazifeyi yapmıyor sonucu ortaya çıkıyor.
Sen vazifeni yapmazsan, Allah seni bir kez uyarır, tövbe etmezsen, isyankâr
yaşatır, sonra ise iflah olmazsın, alır canını ani kalp kriziyle, ecelle…
Ey Müslüman kardeşim, tövbe et,
aklını başına devşir, vazifesini hatırla ve yap… Unutma ki, kim ölmüşte dünyaya
dönmüş ki… Kim Allah’ın vaadine dur diyebilir ki… Akıllı ol!
Saffet Kuramaz