1
FESAT ÇIKARMAK NEDİR, MÜFSİD KİMDİR?
Müfsid, kendisi Allah'a ulaşmayı dilemediği gibi başka insanların da
Allah'a ulaşmasına mani olanların genel ismidir. Fesat iki şekilde söz
konusudur.
5/MÂİDE-32:
Min ecli zâlik(zâlike), ketebnâ alâ benî isrâîle ennehu men katele nefsen bi
gayri nefsin ev fesâdin fîl ardı fe ke ennemâ katelen nâse cemîa(cemîan) ve men
ahyâhâ fe ke ennemâ ahyen nâse cemîa(cemîan) ve lekad câethum rusulunâ bil
beyyinâti summe inne kesîran minhum ba’de zâlike fîl ardı le
musrifûn(musrifûne).
İşte bundan dolayı (Tevrat'ta) İsrailoğullarına şöyle
yazdık; Kim bir kişiyi, bir kişi karşılığında olmaksızın veya yeryüzünde bir
fesata karşılık olmaksızın öldürürse, muhakkak ki o bütün insanları öldürmüş
gibidir. Kim de (bir kişinin hayatını kurtarmak suretiyle) yaşatırsa bütün
insanları yaşatmış gibi olur. Ve andolsun ki Resul'lerimiz onlara apaçık
deliller ile geldi. Sonra da, şüphesiz onlardan birçoğu, bundan sonra gerçekten
yeryüzünde aşırı giden müsrifler oldular.
5/MÂİDE-33:
İnnemâ cezâûllezîne yuhâribûnallâhe ve resûlehu ve yes’avne fil ardı fesâden en
yukattelû ev yusallebû ev tukattaa eydîhim ve erculuhum min hılâfin ev yunfev
minel ard(ardı), zâlike lehum hızyun fîd dunyâ ve lehum fîl âhırati azâbun
azîm(azîmun).
Allah ve O'nun Resul'ü ile harp
edenlerin ve yeryüzünde fesat ve bozgunculuk çıkarmaya çalışanların cezası,
ancak öldürülmeleri veya asılmaları ya da ellerinin ve ayaklarının çapraz
kesilmesi veya bulundukları yerden sürülmeleridir. Bu onların dünyadaki
rezilliğidir. Ve ahirette ise, onlara “büyük azap” vardır.
2/BAKARA-30: Ve iz kâle rabbuke lil melâiketi innî câilun fîl ardı
halîfeh(halîfeten), kâlû e tec’alu fîhâ men yufsidu fîhâ ve yesfikud
dimâ(dimâe), ve nahnu nusebbihu bi hamdike ve nukaddisu lek(leke), kâle innî
a’lemu mâ lâ tâ’lemûn(tâ’lemûne).
Ve Rabbin meleklere: “Muhakkak ki Ben
yeryüzünde bir halife kılacağım.” demişti. (Melekler de): “Orada fesat
çıkaracak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın? Biz Seni, hamd ile tesbih ve
seni takdis ediyoruz.” dediler. (Rabbin de): “Muhakkak ki ben, sizin bilmediklerinizi
bilirim.” buyurdu.
Fesatın muhtevası, Rad Suresinin 25, Hac Suresinin 8 ve Mu'min Suresinin
56. ayet-i kerimelerinde verilmektedir. Müfsidler, Allah'a ulaşmayı
dilemedikleri için Allah'ın ayetlerinden gâfil ve Allah'a asi olan bu
ilimsizler, Allah'ın emrini yerine getirmeyerek hidayetçiye tâbî olmazlar.
Sadece kendileri emirleri yerine getirmeyerek cehenneme gitmenin ötesinde,
Kur'an’ı Kerim gibi nurlu bir kitab'a dayanmadan el yazması kitaplardan
verdikleri yanlış din bilgilerini diğer insanlara öğretip milyonlarca insanın
da cehenneme gitmesine sebep oldukları için onlar yeryüzünde fesat
çıkaranlardır: Allahütealâ bu faydasız ilim sahiplerinden Allah'a sığınmamızı
Mu'min-56'da emrediyor.
13/RA'D-25: Vellezîne yankudûne ahdallâhi min ba’di mîsâkıhi ve
yaktaûne mâ emerallâhu bihi en yûsale ve yufsidûne fîl ardı ulâike lehumul
la’netu ve lehum sûud dâr(dâri). Onlar,
misaklerinden sonra (ruhlarını, vechlerini, nefslerini ve iradelerini teslim
edeceklerine dair ezelde Allah'a misak verdikten sonra) Allah'ın ahdini
bozarlar (ruhlarını, vechlerini, nefslerini ve iradelerini Allah'a teslim
etmezler). Ve Allah'ın, O'na (Allah'a) ulaştırılmasını emrettiği şeyi keserler
(ruhlarını Allah'a ulaştırmazlar). Ve yeryüzünde fesat çıkarırlar (başka
insanların da Sıratı Mustakîm'e ulaşmalarına mani oldukları için fesat
çıkarırlar). Lânet onlar içindir. Ve yurdun kötüsü (cehennem) onlar içindir.
22/HACC-8: Ve minen nâsi men yucâdilu fîllâhi bi gayri ilmin ve lâ
huden ve lâ kitâbin munîr(munîrin). Ve
insanlardan (öyle) kimseler vardır ki; bir ilme, bir hidayetçiye ve nurlu
(aydınlatıcı) bir kitaba sahip olmaksızın Allah hakkında mücâdele eder.
40/MU'MİN-56: İnnellezîne yucâdilûne fî âyâtillâhi bi gayri sultânin
etâhum in fî sudûrihim illâ kibrun mâ hum bi bâligîh(bâligîhi), festeiz
billâh(billâhi), innehu huves semîul basîr(basîru). Muhakkak
ki, kendilerine gelmiş bir sultan (delil) olmaksızın, Allah'ın ayetleri
hakkında mücâdele edenlerin sinelerinde sadece (Allah'a) ulaşamayacakları bir
kibir vardır. Artık Allah'a sığın, muhakkak ki O, en iyi işiten ve en iyi
görendir.
Burada fesat ve ıslâh olmak
üzere zıt iki kavram vardır. Fesat, insanları Allah'a ulaşmayı dilemekten men
etmektir. Fesat çıkarmak, iki ayrı grubu oluşturmak demektir. Böyle bir şeyi
İslâm kesinlikle emretmez.
İslâm'ın emrettiği ıslâh
ayrılıkları ve düşmanlıkları önlemek suretiyle insanlar arasında barışı,
kardeşliği ve dostluğu tesis etmektir.
Allah'a ulaşmayı dileyerek
mü'min olanlar mürşidin önünde tövbe ettiklerinde günahları sevaba çevrilir ve
amilüssalihat yapmaya başlarlar.
Gerçekten ıslâh edici amellerde
bulunanlar "biz sadece ıslâh edicileriz" diyen kişiler değil,
bunların tam karşısında olup nefsin ıslâhıyla meşgul olanlardır. Bu öyle bir
kurnazlık ki, bu kişiler hem Allah'ın yoluna girmezler hem Allah'a ulaşmaktan
men ederler, hem de kendilerini Allah'ın yolundaymış gibi ıslâh ediciler olarak
tanıtırlar.
Sahâbe, Peygamber Efendimiz
(S.A.V)'e tâbî olmuş ve tâbî oldukları anda nefs tezkiyesine başlamışlar, zikir
yapmışlar. Zikirle Allah'tan gelen rahmet, fazl ve salâvâttan fazıllar
kalplerine yerleşmeye başlamış, ruhları da Allah'a doğru yola çıkmış; yedi
kademede yedi gök katını aşarak Allah'a ulaşmışlardır.
İşte Rad Suresinin 25. ayet-i
kerimesinde bu yolculuğu gerçekleştirmek istemeyenler, yeryüzünde fesat
çıkaranlar olarak adlandırılmaktadır..
2/BAKARA-11: Ve izâ kîle lehum lâ tufsidû fîl ardı, kâlû innemâ nahnu
muslihûn(muslihûne). Onlara
(Allah'a ulaşmayı dilemedikleri için, kalpleri engelli ve başkalarını
hidayetten men ettikleri için Allah'ın hastalıklarını artırdığı insanlara):
“Yeryüzünde fesat çıkarmayın (başkalarını Allah'ın yolundan men etmeyin)!”
denildiği zaman: “Biz sadece ıslâh ediciyiz.” dediler.
8/ENFÂL-73: Vellezîne keferû ba'duhum evliyâu ba'd(ba'dın), illâ
tef'alûhu tekun fitnetun fîl ardı ve fesâdun kebîr(kebîrun). Kâfir
olan kimseler birbirinin dostlarıdır. Onu yapmazsanız (birbirinizle dost
olmazsanız) yeryüzünde fitne ve büyük fesat olur.
Allah'ın dostları birbirleriyle dost olmak mecburiyetindedirler. Bir
evvelki ayet-i kerimede geçen, Mekke'de kalanlar da Medine'ye göç edenler de
âmenû olanlar, Allah'a ulaşmayı dileyenler, Peygamber Efendimiz (S.A.V)'e tâbî
olanlardır. Ama ikisi arasında büyük bir farklılık görüyor. Allahütealâ. Resul'ü
yalnız bırakmayanlar ile bırakanlar... Ve diyor ki, o kalanlar için: "Siz,
kendi düşmanlarınızla savaş halinde olduğunuz cihetle, kalanlara yardım etmekle
vazifeli değilsiniz. Kendiliğinizden bunu yapmanız gerekmiyor. Ama onlar,
sizden din düşmanlarıyla savaşmak üzere yardım isterlerse, bunu yerine
getirmek, onlara yardım etmek üzerinize farzdır."
Allah'ın dostları, Allah'ın
taraftarları, Allah için olanlar, nerede olurlarsa olsunlar beraberliği,
birliği kurmak mecburiyetindedirler. Ne yazık ki her devirde iblis, Allah'ın
tarafında olanları, birlikten men etmek için her şeyi yapmıştır. Allah'ın
taraftarları bir türlü bir araya gelemezler. Fırka fırka ayrılmışlardır. Her
grup kendisinde olanla ferahlanır. Ama birleşmeyi akıl edemezler. Ve Allahütealâ'nın
emir verdikleri, onlara birleşmenin gereklilik olduğunu mutlaka ihtar
etmişlerdir. Bunun Allah'ın emri olduğunu mutlaka tebliğ etmişlerdir, ama
"kendisinde olanla ferahlanan" her grup, beraber olmayı hep reddetmişlerdir.
Oysa ki Allahütealâ: "Fırkalara ayrılmayın. O zaman kuvvetiniz
gider." diyor. Allah'ın yolunda olanların hepsinin de üzerine aynı
standartlar farzdır.
Bir olmak, beraber olmak ve
Allah'a tevekkül etmek, Allah'a güvenmek.
Allah razı olsun
Burhan AKSU