GİZLİ ŞİRKTE
OLAN MÜSLÜMANLAR;
Onlar fırkalara ayrıldıkları için
şevkle huşu içinde Allah’ın dinini değil, şekli olarak insanların yazmış olduğu
dünya dinini yaşarlar. Allah’a ulaşmayı dilemedikleri için gizli şirkte
olduklarından dilleri ile ben iman ettim derler ama Hak mümin olamazlar.
12/YÛSUF-106: Ve mâ yu’minu ekseruhum billâhi illâ ve hum
muşrikûn(muşrikûne). Ve onların çoğu, şirk koşmadan
Allah'a inanmazlar.
39/ZUMER-65: Ve lekad ûhıye ileyke ve ilellezîne min kablik(kablike),
le in eşrekte le yahbetanne ameluke ve le tekûnenne minel hâsirîn(hâsirîne). Ve
andolsun ki, sana ve senden öncekilere: "Gerçekten eğer sen şirk koşarsan
(Allah'a ulaşmayı dilemezsen), amellerin mutlaka heba olur. Ve mutlaka hüsrana
düşenlerden olursun." diye vahyolundu.
Allahütealâ, Son Nebî (Peygamber)
Peygamber Efendimiz (S.A.V)'e de O'ndan evvelkilere de aynı şeyi vahyetmiştir:
"Gerçekten eğer sen şirk
koşarsan yani Allah'a ulaşmayı dilemezsen, amellerin mutlaka heba olur. Ve
mutlaka hüsrana düşenlerden olursun."
Rum 31 ve 32, Allah'a ulaşmayı
dilemeyenlerin şirkte olduğunu söylüyor.
Allah’a ulaşmayı dilemeyen dilleri
ile iman ettik diyenler ve kalplerine iman girmeyeceği için bu Müslümanlar
büyük bir kısmını teşkil eden tasavvufu ve teslimleri yaşamayan Müslümanlar,
sadece İslam dairesine girmiş olanlardır.
49/HUCURÂT-14: Kâletil a’râbu âmennâ, kul lem tu’minû ve lâkin kûlû
eslemnâ ve lemmâ yedhulil îmânu fî kulûbikum, ve in tutîullâhe ve resûlehu lâ
yelitkum min a’mâlikum şey’â(şey’en), innallâhe gafûrun rahîm(rahîmun).
Araplar: “Biz âmenû olduk.” dediler. (Onlara) de ki: “Siz âmenû
olmadınız (Allah'a ulaşmayı dilemediniz). Fakat: "Teslim olduk."
deyin. Kalplerinize (içine) îmân girmedi. Ve eğer Allah'a ve O'nun Resul'üne
itaat ederseniz (Allah'a ulaşmayı dilerseniz), amellerinizden bir şey
eksiltmez. Muhakkak ki Allah, Gafur'dur, Rahîm'dir.”
Bu ayet, öldürülme ve esir edilme korkusu
ile Medine'ye gelip savaşmadan teslim olan Bedevî Araplar'ı ikaz için
indirilmiştir. Gelenler teslim oldular. Onun için "teslim olduk"
deyin. Ama "Allah'a teslim değil, bize teslim olduk." deyin mânâsı
çıkıyor. Onlar Allah'a ulaşmayı dilemedikleri için ve tâbî olmadıkları için
kalplerine îmân yazılması mümkün değildir. Ama Allah'a ulaşmayı dileyip tâbî
oldukları takdirde günahları sevaba çevrilecekti. Allah'a ulaşmayı
dilemedikleri için amelleri boşa gidecek, derecelerinde büyük eksilme
olacaktır.
Ahirette onların imanları kendilerine bir
fayda vermez.
32/SECDE-29: Kul yevmel fethi lâ yenfeullezîne keferû îmânuhum ve lâ
hum yunzarûn(yunzarûne).
De
ki: "Fetih günü, kâfir olanlara (Allah'a ulaşmayı dilemeyenlere) îmânları
bir fayda vermez ve onlara süre verilmez."
Burada fetih gününden kıyâmet günü
kastedilmektedir. Cennete girecek olanlar için cennetin fethi söz konusudur.
Onun için Allahütealâ "fetih günü" diyor. Hem îmân sahibi hem kâfir
nasıl olunur? Burada Allahütealâ, Allah'a inanan ama Allah'a ulaşmayı dilemeyen
bir kişinin îmânının var olduğunu (Allah'a inandığı için) ama bu îmânın ona bir
fayda vermeyeceğini, onu kâfir olmaktan kurtaramayacağını söylemektedir.
Allah'a ulaşmayı dilemedikçe îmân o kişiyi cennete girebilecek bir hak mü'min
kılamaz. Hak mü'min olsa zaten gideceği yer cennettir. Îmânı olan bir kâfir,
Allah'a inanır ama Allah'a ulaşmayı dilemediği için kâfirdir. İfade son derece
net: "Kâfirlere îmânları fayda sağlamaz. Ve onlara bakılmaz." Yani
süre verilmez. Onların cenneti fethetmeleri söz konusu değildir. Hak mü'minler,
Allah'a ulaşmayı dileyen îmân sahipleridir. İnanan ve Allah'a ulaşmayı
dilemeyen kişi Allah'a ulaşmayı dileseydi ve böylece hak mü'min olsaydı,
gideceği yer cennet olacaktı. Îmânı kendisine fayda verecekti. Bu ayet Allah'a
ulaşmayı dileyen hak mü'mini mü'min kabul etmektedir. Allah'a inandığı
için lûgat mânâsıyla mü'min olan fakat Allah'a ulaşmayı dilemeyen kişiyi ise
açık bir şekilde kâfir olarak isimlendirmektedir.
Allah’a ulaşmayı dileyip, takva sahibi
olanlar şirkte değildir.
Takva sahibi olmadan yapılan ibadetler
kurtarmaz.
İşte İslam âleminde Müslümanlar
birbirlerini mürtedlikle suçlayıp bu yüzden birbirlerini boğazlıyorlar.
Herkes kendi yaptığından sorumludur, hiç
kimse babasından ve atasından sorumlu değildir.
2/BAKARA-141: Tilke ummetun kad halet lehâ mâ kesebet ve lekum mâ
kesebtum ve lâ tus’elûne ammâ kânû ya’melûn(ya’melûne).
İşte onlar bir ümmetti ki geldi, geçti. Onların kazandığı şeyler
kendilerine, sizin kazandıklarınız sizedir. Onların yapmış olduklarından size
sorulmaz (siz sorumlu değilsiniz).
Her insan sadece kendi kazandığı ve
kaybettiği şeylerden sorumludur. Başkalarının yaptıklarından sorumlu değildir.
Cehenneme gidenler sadece kendi günahları yüzünden cezalandırılmış
olacaklardır.
Dalâlette olan bir insan
başkalarının da Allah'ın yoluna girmesine mani olursa, onların kaybettikleri
derecelerden pay alır. Çünkü o, Allah'ın lânetine muhatap olmuştur.
Bu yüzden onları kurtarmayan onlardan
miras kalan geleneksel hikâyelere dayalı Kur’an’a uymayan klasik din ilmi
babalarının bu dinini yaşayanları da kurtarmayacaktır.
5/MÂİDE-104: Ve izâ kîle lehum teâlev ilâ mâ enzelallâhu ve iler resûlî
kâlû hasbunâ mâ vecednâ aleyhi âbâenâ e ve lev kâne âbâuhum lâ ya’lemûne şey’en
ve lâ yehtedûn(yehtedûne). Ve
onlara: “Allah'ın indirdiğine (Kur'an'a) ve Resul'e (itaate) gelin.”
denildiğinde; “Babalarımızı üzerinde bulduğumuz şey (din) bize yeter (kâfi)”
derler. Ya onların babaları (bu gerçeklere ait) bir şey bilmiyorlarsa ve
hidayete ermemişlerse de mi?
Allahütealâ, bu ayette "onların
babaları ayetleri bilmiyor ve hidayete ermemişse de mi?" buyuruyor.
Allahütealâ bütün insanların
hidayete ermelerini üzerlerine farz kılmıştır. Ruhlarını Allah'a teslim
etmeleri "ruhun hidayeti', fizik vücutlarını Allah'a teslim etmeleri
"fizik vücudun hidayeti', nefslerini Allah'a teslim etmeleri "nefsin
hidayeti" ve iradelerini Allah'a teslim etmeleri "iradenin
hidayeti" olarak Kur'an’ı Kerim'de yer almaktadır. Ama günümüz İslâm
tatbikatında hidayete doğru yol denilerek "insan ruhunun hayatta iken
Allah'a ulaşması" demek olan hidayet kelimesi değiştirilmiş ve aslî
mânâsından saptırılmıştır. Bu sebeple Allahütealâ hidayeti, insanların
üzerlerine farz kılmış olmasına rağmen din âlimlerinin hidayet kavramını
tamamen unuttuklarını, görüyoruz. O zaman mutluluğa tabii ki ulaşmaları mümkün
değildir.
Allah razı
olsun,
Burhan AKSU