MALLARINIZ VE
EVLATLARINIZ FİTNEDİR;
Allah özellikle iki ayette bunu aynı
şekilde belirtmektedir ki gerçekten insanlar en çok aldanabilecekleri bu maddi
ve manevi konularla imtihan olunurlar.
64/TEGÂBUN-15: İnnemâ emvalukum ve
evlâdukum fitneh(fitnetun), vallâhu indehû ecrun azîm(azîmun).
Oysa sizin mallarınız ve evlâtlarınız fitnedir (imtihandır). Ve Allah ki, ecrun
azîm (en büyük mükâfat) O'nun indindedir (katındadır).
Sizin mallarınız ve çocuklarınız
hepiniz için mükâfat değil, sadece bir imtihandır. Onlar dünya hayatının sadece
süsüdür. Ama en büyük mükâfat (ecrün azîm) Allah'ın katındadır (İndi
İlâhi'dedir). Çünkü ecrün azîme ulaşanlar, ruhlarını, vechlerini, nefslerini ve
iradelerini Allah'a teslim edip Allah'ın emri ile "irşada memur ve mezun
kılınan" lardır. Allah'tan bu emri kalp kulağı ile duyabilenler, onlar
ecrün azîmin, fevzül azîmin, hazzul azîmin ve fadlul azîmin sahipleridir.
8/ENFÂL-28: Va'lemû ennemâ emvâlukum
ve evlâdukum fitnetun ve ennallâhe indehû ecrun azîm(azîmun).
Ve biliniz ki; çocuklarınız ve mallarınız, sizin için sadece bir fitne fitnedir
(imtihandır). Ve Allah ki; O'nun katında, (muhakkak) azîm bir ecir (bedel,
ücret) vardır.
Allah'a ve Resule ihanet etmeyiniz,
muhtevasında, bir taraftan Allah'ın emirlerine ve yasaklarına riayet etmek,
öbür taraftan da muhtemel bir harpte yer almak vardır. Böyle bir durumda hangi
sahâbe savaştan kaçarsa o, Allah'a ve Resule ihanet etmiş sayılır. Unutmayın
ki; şehit olmak, Allahütealâ tarafından verilecek dünyadaki en büyük
mükâfattır. Şehit olan kişi peygamberlerle, sıddîklerle ve salihlerle birlikte
haşredilecektir. Eğer insanlar, "Savaşa gider de ölürsem, çocuklarım,
ailem, mallarım ne olur?" diye düşünüyorlarsa, bu düşünce, onları ihanete
sevkeden bir olay olabilir, harpten kaçmalarına sebebiyet verebilir. Öyle
olaylar vardır ki sizin hoşunuza gitmez ama sizin için hayırdır; öyle olaylar
vardır ki sizin hoşunuza gider ama sizin için şerrdir:
2/BAKARA-216:
Kutibe aleykumul kitâlu ve huve kurhun lekum, ve asâ en tekrehû şey’en ve huve
hayrun lekum, ve asâ en tuhıbbû şey’en ve huve şerrun lekum vallâhu ya’lemu ve
entum lâ ta’lemûn(ta’lemûne).
Savaş, o sizin için kerih olsa da (hoşunuza gitmese de) üzerinize farz
kılındı. Ve hoşlanmayacağınız bir şey olur ki, o sizin için bir hayırdır. Ve
seveceğiniz bir şey olur ki, o sizin için bir şerdir. Ve (bütün bunları) Allah
bilir, siz bilmezsiniz.
Buradaki hata, insanların
kendilerini memnun edecek şeyleri hayır; memnun etmeyecek şeyleri şerr olarak
kabul etmelerinden kaynaklanıyor. Allah'a göre hayrın ve şerrin oluşmasında
memnun olmak veya olmamak değil, derecat kazanmak veya kaybetmek söz konusudur.
Ne zaman yaptığınız bir olaydan sonra bir derecat kazanırsanız hayır,
kaybederseniz şerrdir.
Öyleyse "hayır ve
şerr" arasında bariz bir farklılık vardır. Ama bu sevinçlerimize,
hüzünlerimize göre değil, kazandığımız veya kaybettiğimiz derecelere göre
taayyün eder. Ve Allahütealâ da bu sebeple; çocuk ve mal sevgisinin, bir
imtihan olduğunu söylemektedir. Eğer kişi, Allah'a ve Resulüne ihanet etmez de
savaşa girip şehit olursa, Allah'ın katındaki en büyük ecr'e kavuşmuş olur.
63/MUNÂFİKÛN-9: Yâ eyyuhellezîne âmenû
lâ tulhikum emvâlukum ve lâ evlâdukum an zikrillâh(zikrillâhi), ve men yef'al
zâlike fe ulâike humul hâsirûn(hâsirûne).
Ey âmenû olanlar (Allah'a ulaşmayı dileyenler)! Mallarınız ve evlâtlarınız sizi
Allah'ın zikrinden alıkoymasın. Ve kim bunu yaparsa, o taktirde işte onlar,
onlar hüsranda olanlardır.
Ayet zikrin ne kadar önemli olduğunu
söylüyor. “Mallar ve evlâtlar zikirden sizleri alıkoymasın.” buyruluyor. Zikir
nefs tezkiyesine ve tasfiyesine sebebiyet vereceği için, tezkiyede yarı yarıya
mutluluk tasfiyede %100 mutluluk elde edilir. Allah bütün insanları, Allah'ın
daimî zikri farz kılması sebebiyle %100 mutluluğa davet etmektedir. Daimî zikir
nefsin kalbindeki mutsuzluğun sebebi olan afetleri, %100 yok edeceği ve
yerlerine %98 fazl ve %2 rahmet nurlarını getireceği için mutluluğu, %100
yaşamayı mümkün kılan tek ibadettir.
9/TEVBE-24: Kul in kâne âbâukum ve
ebnâukum ve ıhvânukum ve ezvâcukum ve aşîretukum ve emvâlunıktereftumûhâ ve
ticâretun tahşevne kesâdehâ ve mesâkinu terdavnehâ ehabbe ileykum minallâhi ve resûlihî
ve cihâdin fî sebîlihî fe terabbesû hattâ ye' tiyallâhu bi emrih(emrihî),
vallâhu lâ yehdîl kavmel fasikîn(fasikîne).
De ki: “Şâyet babalarınız ve oğullarınız ve kardeşleriniz ve zevceleriniz ve
aşiretiniz ve kazandığınız mallarınız, kesada uğramasından (satışının
durmasından) korktuğunuz ticaret ve razı olduğunuz (hoşunuza giden) evler,
Allah'tan ve O'nun Resulünden ve O'nun (Allah'ın) yolunda cihad etmekten size
daha sevgili ise artık Allah, emrini getirinceye kadar bekleyin. Ve Allah,
fasıklar kavmini (topluluğunu) hidayete erdirmez.
Burada Allahütealâ'nın çok ciddi bir
ifadesi var. Peygamber Efendimiz (S.A.V), sahâbeyi Allah'ın düşmanlarıyla
cihada, savaşa çağırıyor. Bir kısmı Peygamber Efendimiz (S.A.V)'le beraber
savaşa koşuyor, bir kısmı ise savaştan kaçıyor. Allahütealâ
"fasıklar" ifadesini kullandığı cihetle; kaçanlar, görünüşte tâbî
olup, realitede tâbiiyetleri Allah indinde geçersiz olanlardır.
Allah'a ulaşmayı dileyen kişi,
1- Allah'a,
2- Ruhun ölmeden evvel Allah'a
ulaşacağına,
3- Bunun, üzerine farz
olduğuna,
4- Allah söz verdiği için
mutlaka ruhunu Allah'a ulaştıracağına inanan kişidir.
Bu 4 şart varsa o kişi Allah'a
ulaşmayı dileyen kişidir. Bu 4 şart kalbe îmânın girmesi ve küfrün kalpten
çıkması için yeterlidir.
Bütün insanlar Allah'a ulaşmayı
dileyinceye kadar fısktadır, dalâlettedir, küfürdedir. Ve insanlar: "Biz
Allah'a inanıyoruz." demekle mü'min olduklarını zannediyorlar. Oysa ki;
Allahütealâ, onların fıskta olduğunu söylüyor burada. Hem de Peygamber
Efendimiz (S.A.V)'e tâbî olmuşlar ama ihsanla tâbî olmamışlar, Allah'a ulaşmayı
dilememişler, Allah onların gözlerindeki hicab-ı mestureyi, kulaklarındaki
vakrayı almamış, kalplerindeki mührü açmamış, küfrü ve ekinneti almamış, yerine
ihbat koymamış, kalplerine ulaşmamış, kalplerinin nur kapısını Allah'a
döndürmemiş, göğüslerinden kalplerine nur yolu açmamış, onları huşûya
ulaştırmamış, irşad makamını da göstermemiştir. Ama bakmışlar ki, eğer küfürde
kalırlarsa ve etrafları kâfir olduklarını bilirse, devamlı cizye adlı bir vergi
ödeyeceklerdir. Öbür taraftan da onlar, sahâbeye vaktiyle çok kötülük
yaptıkları için, zannediyorlar ki aynı kötülükleri sahâbe de onlara yapacak.
İşte bu iki sebepten dolayı
onlar da sahâbe gibi görünmek istemişler ve görüntüde Peygamber Efendimiz
(S.A.V)'e tâbî olmuşlardır. Aynı sözleri tekrar etmişler, el öpmüşler ve:
"Biz de tâbî olduk, biz de mü'min olduk." demişlerdir. Ancak onların
mü'min oluşları, Allahütealâ tarafından kabul edilmiyor:
49/HUCURÂT-14:
Kâletil a’râbu âmennâ, kul lem tu’minû ve lâkin kûlû eslemnâ ve lemmâ yedhulil
îmânu fî kulûbikum, ve in tutîullâhe ve resûlehu lâ yelitkum min a’mâlikum
şey’â(şey’en), innallâhe gafûrun rahîm(rahîmun). Araplar:
“Biz âmenû olduk.” dediler. (Onlara) de ki: “Siz âmenû olmadınız (Allah'a
ulaşmayı dilemediniz). Fakat: "Teslim olduk." deyin. Kalplerinize (içine)
îmân girmedi. Ve eğer Allah'a ve O'nun Resul'üne itaat ederseniz (Allah'a
ulaşmayı dilerseniz), amellerinizden bir şey eksiltmez. Muhakkak ki Allah,
Gafur'dur, Rahîm'dir.”
İşte burada Allahütealâ,
münafıkların, fasıklar olduğunu söylüyor.
Allah razı
olsun.
Burhan AKSU