Köyün saygın bir ailesinin tek erkek çocuğuydu. İlkokulu
bitirince babası oğlunun okumasını istemedi. Köyde kalıp kendisine yardımcı
olsun istedi evladının. Kızlarını da okullara göndermedi baba. Köylerde kızları
ilkokuldan sonra okullara gönderme âdeti yeni yeni oluşuyordu. Üç kızını içi
kan ağlayarak evlendirmişti. Damatlarından memnundu. Üçü de temiz süt emmiş
terbiyeli çocuklardı. Lakin besle-büyüt, ceylanlar gibi kızların sonra da el
evine gitsinler!
Baba Fahri
amca, dünyanın bu garip kanununa hiç saygı duymuyordu. Gözünden sakındığın
evlatların bir filiz gibi büyüsünler, ahu gözlü ceylanlara dönüşsünler ve
sırayla evden uçuversinler. Hangi baba ya da anne mutlu olur olayların böyle
gelişmesine… Ağlasan da sızlansan da çare yok. Dünyanın düzeni böyle. Hele
üçüncü kız Aliye, ablaları evlenince daha bir sevgili olmuştu Fahri amca ve eşi
Nigar Hanım için. Aliye’nin düğününden sonraki gün evde tam bir matem havası
esti.
Nigar
Hanım sabah kahvaltısı hazırladı. Sofranın çevresinde anne-baba, henüz on dört
yaşındaki tek erkek oğul Naim ve tekne kazıntısı küçük kızları Filiz vardı.
Tamamı tamamına dört insan kalmışlardı koskocaman evde. Hâlbuki bir zamanlar
aile ne kadar şendi. Tıpkı uçuşa hazır yavrularıyla yuvalarında şen-şakrak
şarkılar söyleyen kuşlar gibiydiler. Şimdi öyle mi? Üç fidan yoktu artık yanlarında.
Başka yerlerde çiçek açıp meyve vereceklerdi.
Fahri
amcanın içi kan ağlıyordu. Serde erkeklik var ağlayamazdı. Nigar Hanım sofraya
oturunca çocuklar gibi hıçkırarak ağlamaya başladı. Sevgili Aliye’sinin yeri
boş kalmıştı. Kahvaltı tam bir matem havası içinde geçti. Naim ve Filiz de bir
taraftan ablaların düğününde kendilerine verilen hediyelere sevinirken evdeki
yas havasından da etkilendiler. Yine de çabucak annelerinin pişirdiği çorbayı
kaşıklayıp dışarı çıktılar.
Naim kendisine
hediye edilen topu alıp köy meydanına arkadaşlarının yanına koştu. İlk kez
böylesi güzel bir meşin top sahibi olmuştu. Arkadaşlarıyla buluşunca evdeki
matem havasını hemen unutuverdi. Filiz de yine düğün nedeniyle kendisine alınan
gök mavisi renkli entarisini giyip çeşmenin yolunu tuttu. Bütün arkadaşları
yeni elbisesine hayran olsunlar istiyordu.
Zaman
her şeyin ilacı. Günler geçince Nigar Hanımın üzüntüsü göle atılan bir taş
sonucu oluşan halkaların giderek yok olması gibi gün gün dağıldı. Kızının ve
yeni damadının ziyaretlerinde kızını mutlu görmesi yürek yarasına merhem oldu.
Durumu kabullendi. Zaten köyde ardı arkası bitmeyen işler de tüm hızıyla
başladı. Sabah akşam hayvanların sağımı, yeni başlayan çapalar, sütlerin
işlenmesi derken düşünmeye zaman kalmıyordu.
Fahri
amca küçük kızının da bir gün evlenip yuvayı terk edeceğini biliyordu. Bütün
ilgisini tek erkek çocuğu Naim’e verdi. Köyde delikanlılar bile takım elbise
giyemiyordu. Çarık gerçi ortadan kalkmıştı. Öğretmenleri saymasak köyde
ayakkabı da giyen yoktu. Kol kuvvetiyle, hayvan gücüyle tarım yapılıyordu. Bir
yıllık zahiresini temin eden aileler köyde parmakla gösterilecek kadar azdı. Bu
koşullarda Fahri amca tek oğul Naim’e İlçede en has kumaşlardan takım elbise
diktiriyor ve elbisenin yanında ayakkabı almayı da ihmal etmiyordu.
Naim’in
keyfine diyecek yoktu. Bir dediği iki olmuyordu. Baba aranan iyi bir yapı
ustasıydı. İyi de bir ekibi vardı. Gerek kendi köyünde gerek komşu köylerde her
yıl birkaç adet bina yapıyordu. Yaptığı üç cephesi ayvanlı, köşklü ahşap evleri
İstanbul’daki boğaza bakan yalılardan farkı yoktu. Bizim Yasin amcamız Yasin
usta diye nam salmıştı. Ustalıktan köy koşullarına göre iyi para kazanıyordu.
Kazancının çoğunu oğluna harcıyordu.
Günler
günleri, aylar ayları kovaladı aradan yıllar geçti. Naim on sekiz yaşında
boylu-poslu bir delikanlı oldu. Düğünlerin aranan bir elemanıydı. Her düğünde
halay başı çekti, doya doya eğlendi. Dünyayı düm düz görüyordu. Gelecekten kaygısı
yoktu. Ekmek elden su gölden yaşayıp gidiyordu. Ailenin tek güvencesiydi. Elde
kalan tek kız Filiz de evlenince yaşlanacak anne-babaya bakma görevi Naim’e
kalacaktı. O bakımdan şehzadeler gibi büyütüldü. Elini sıcak sudan soğuk suya
sokmadı.
Naim
köyün ipsiz-sapsız guruplarının sohbetlerini kaçırmazdı. Yaşlı, koca koca
adamların kadın-kız hikâyelerini ağzının suları akarak dinlerdi. Kendisi de
günün birinde böylesi hikâyelerin içinde neden olmasın diye aklından geçiriyordu.
Ağaçların çiçeklendiği ve yaprak açmaya durduğu ilkbahar başlangıcında kanı
iyice kaynadı. Mayıs ortalarında dağlarda karların erimesiyle coşan çaylar gibi
coşmuştu. İçi içine sığmıyordu.
Köyün
hovardalıkta isim yapmış Hasan çavuşun anlatılarına bayılıyordu. Hasan çavuş bıyık altından gülerek:
“ Naim ne var ne yok sizin mahallede?” Sorusu
biraz şaşırttı Naim’i. Pek bir şey anlamadı. Saf saf baktı Hasan çavuşa.
“Oğlum büyüdün daha siftah yapamadın mı
kadından-kızdan yana? Unutma! Kabaklar çiçek açarken kadınların gönlü coşar…
İşte o zaman samanlıklar seyran olur. Naim kendini beceriksiz ve çaylak
hissetti. Kızlara sadece uzaktan bakmıştı şimdiye kadar. Tıpkı tilkinin
erişemediği üzümlere bakması gibi. Evine yollanırken kafasının içinde onlarca
fikir dolaşmaya başladı.
Hava çok hoştu. Haziranın
ortaları, köy yeşilliklerle bezenmişti. Çimenler uzanmış sarı, mavi çiçeklerle
süslenmişti çayırlar. Buğday ve arpalar boy atmış başak vermelerine az zaman
kalmıştı. Hafif esen rüzgârda ekin tarlalarında ekinlerin dalgalanırcasına
eğilmesi çok hoş görüntüler oluşturuyordu. Arılar vızıldıyor çiçekten çiçeğe
uçuşuyorlardı.
Naim tarlaların
arasındaki patika yoldan ilerlerken yolunun üstünde çapa yapan kadınları gördü.
Tam hizalarına gelince usulden:
“ Kolay gelsin.” diyerek
durdu. Kendi köyünün kadınlarıydı. Yakından hiç birisini tanımıyordu. Konuşmasa
da olurdu. Genç kadınları görünce gönlü coştu. Kadınlar da işlerine ara verip
köyün bu yakışıklı gencini hoş karşıladılar. Hal hatır sordular. Kendisi gibi
uzun boylu yeşil gözlü bir gelin daha fazla dikkatini çekti Naim’in.
Kısa bir süre göz göze
geldiler. Köyünün yeşil derelerinin renginden alınmaydı gözlerin rengi.
Şaşkınlığı uzun sürmedi. Sohbeti bitirip yoluna devam etti. Sönmez bir alev
düştü içine. Tüm benliği tutuştu. Neydi o gözler, tarlalarda açan gelincik
rengi pembe yanaklar. Ve kırmızının en koyu tonundan dolgun dudaklar. Kısa bakışmanın
acaba bir anlamı mı vardı? Taze gelin kendisini beğenmiş miydi? Aklı başından
uçuverdi.
Eve gidince radyosunu
alıp evinin arka balkonu geçti. Muazzez Turing türküler söylüyordu. Köyde
Muazzez Turing en çok sevilen türkü sanatçısıydı. Köyün sevilen komşusu Mürsel
emmi bir sohbetinde:
“ Muazzez Turing’in
çalıştığı yerde hademe olabilsem. Her gün yanımdan gelip geçişini seyrederim.
Bu da bana yeter…” demesi köyde insanların sanatçıya duyulan büyük
hayranlığının bir kanıtıydı. Naim ünlü türkücünün sesini kadınlara özellikle de
biraz önce gördüğü güzel geline duyurarak ilgi çekmek istiyordu.
Bir hafta tek düşüncesi o
yeşil gözlü, selvi boylu tazeydi. Geceleri rüyalarının tek simgesiydi. Ulu bir
ormanın derinliklerinde dar bir yolda aklını çelen kadınla aynı at sırtında
uçarcasına gittiklerini görüyordu. Sürekli bir bilinmeze doğru gidiyorlar fakat
bir türlü mola verip doyasıya konuşma mümkün olmuyor. Uykudan sevinç ve
heyecanla uyanınca yaşadıklarının bir rüya olduğunu anlayıp tarifsiz hüzünler
yaşıyordu genç Naim.
Bir hafta boyunca köyde
avare avare dolaştı. Ara ara aklına takılar başında kavak yellerini uçuran
düşüncelerin yanlış olduğunu düşündü. Lakin bu düşünceler kısa sürede kayboldu.
Rüya kadını ilk gördüğü, onunla göz göze geldiği anı hatırlayıp ruhu coşuyor,
kalp atışları hızlanıyordu.
Fark ettirmeden gönlünü
çelen kadını takip etti. Fırsat kolladı konuşmak için. Nihayet o fırsat hiç
ummadığı bir zamanda önüne çıkıverdi. Köy bakkallarına hemen hemen her gün
uğrar kendisi gibi çalışmaktan hoşlanmayan köy gençleriyle buluşur sohbet
ederdi. Sisli, puslu bir haziran sabahına uyandı. Kahvaltıdan sonra ilk durak
köy bakkallarıydı. Birkaç arkadaşıyla buluştu. Kısa süre kaldı yarenlik etti.
Yasak aşkını anımsadı bir kez daha. Uzun süre bir yerde duramıyordu, aşkın yakıcı
etkisi gün gün daha dayanılmaz oluyordu. Evine dönmek için oradan ayrıldı.
Meyve bahçeleri ile süslü
bir mahalleden geçti. Mahalleler arasında uzanan patika bir yoldan ilerliyordu.
Yolun kenarlarında da sıra sıra meyve ağaçları vardı. Bir anda karşısında
rüyalarının kadınını gördü. Kadın kendisine doğru geliyordu. Kalbi duracak gibi
oldu. Yüzünün rengi soldu. Kadının durumunda bir değişiklik olmadı. Şaşkınlığı
uzun sürmedi. Aşkını ilan etmek için bundan daha uygun zaman olamazdı. Konuşmak
istedi. İlk önce sesi çıkmadı. Adeta boğazı kurumuştu. Nihayet konuşmaya
başladı:
“Bir haftadır şaşkınım.
Gece-gündüz aklımdasınız. Sizi ilk gördüğümde kısa süre de olsa içinde
kaybolduğum gözlerinizin güzelliğini unutamıyorum. Sizi seviyorum.”
Kadının gözleri iki ağulu
ok oluverdi. Hedef genç Naim’in en can alıcı noktalarıydı. Ağzından da en
yaralayıcı ve onur kırıcı sözler çıktı tek tek.
“Sen kendini ne
sanıyorsun. Sana bir güven mi verdim. Haber mi ilettim. Kim söyledi benim senin
düşündüğün gibi bir kadın olduğumu! Çabuk gözümün önünden yok ol! Unutma her
kuşun eti yenmez.” Sözü fazla uzatmadı. Bir la havle çekip yoluna devam etti
Duyduğu her söz Naim’i
silidir gibi ezdi. Küçülttü. Bir seksenlik boyu yarı yarıya kısaldı.
Bacaklarından can çekildi. Geriye dönüp kadının arkasından bakmaya kendisinde
güç bulamadı. Dünyası karardı. Zaten hava da sisliydi. Uzun süre olduğu yerde
kaldı. Daha sonra evine vardı. Yorulmuş, bitmişti. Radyoyu kırıp paramparça
etmek istedi. Ona bile güç yetirecek halde değildi.