NİYE GEÇ KALDINIZ?


İslam kokusunun mahkûm olduğu yetim beldenin ıssız sokağında yürümenin hazzını içine çeken Bilal-i gençlerle olmanın mutluluğunu yaşıyorum bu kurak iklimde.

Bu cadde, bu mahalle, bu şehir, bu ülke, bu insanlar tam seksen yıldır kendi beninden uzak kalmış. Bu bene olan vuslat acısıyla yanıp tutuşuyor.

Caddenin sağında ve solunda yürüyen insanların yüzlerinden bu benin gölgesini görmek o kadar zor olmuyor.

Yüzlerinde bulunan bu kavuşma arzusu insanı heyecanlandırıyor. Bunlarda annesine kavuşmayı bekleyen bebelerin o masum bekleyişini görüyorum.

Bu sokakta yürüyoruz bu yerlere bir yabancı edasıyla değil bir âşık-maşuk buluşması edasıyla. Kendimizi hemen belli ettiriyoruz. Yürümemizin her dakikasında buraya niye gelmişiz sorularını zihnimizde siliyorduk. Biz buraya boşuna gelmedik. Biz buraya boşuna gönderilmedik. Bu sorular hepimizin içinde bir yanardağ kıvamına gelmişti.

Bu karışık duygular içinde bulunmanın mutluluğuna dayanamayan can kardeşim, can yoldaşım, kader arkadaşım Bilal-i yüzlü Ali’nin bir isteği vardı derin duygular içinde. Bilal-i aşkla ezan okumayı istiyordu yetim kalmış bu beldeye. Biz mekânın ve zamanın uygunsuzluğundan yakınan nidalarla buna karşı çıktık. Bizim karşı çıkmamıza yüreği hiç ama hiç umursamıyordu çünkü volkan çoktan alevlenmişti ilahi aşkla.

Bir an öyle bir ses yankılandı ki çarşı -o kalabalık meydan- bu ilahi sese hürmeten sessizliğe gümüldü. Bu sessizlik öyle bir hava yarattı ki bir an Ensar-Muhacir buluşması gözlerinin önünde gerçekleşti sanki. Gökyüzüne bir hal olmuş mekân Medine olmuş... Mekânda Ensar Muhacir buluşması gerçekleşiyor.

Bu sese hasret kalmış yaralı yürekler yıllardır çektikleri kuraklığa yağmur yağmanın sevincinin şaşkınlığını içindeydiler. Bu sesin bu ilahi yankının sona ermesiyle bizi hem kucaklayan hem de bizden hesap soran bir nineyle karşı karşıya kaldık. Evet, yağmura susamış bu yanık kalp haklı olarak bizden hesap soruyordu.

_Niye geç kaldınız?

_On iki gün önce neredeydiniz?

Onun bu sözlerine karşı içimizde patlayan yanardağ artık kontrol altına alınamıyordu. Nasıl bir cevap vereceğiz, nasıl davranacağız? Bunlara cevap verecek durumda değildik.

Sanki bütün kâinat bizi seyrediyor. Gökyüzünün bile bize bakışı farklılaşmıştı. Ya da bize öyle geliyordu. Kendimize gelip o bahtiyar nineye sorabildik.

_Neden o iki gün önce nine?

_Neden olacak on iki gün önce kocam öldü.

_Bizimle ne ilgisi var?

_Benim kocam yolunuzu gözlüyordu.

_Nasıl yani?

_Kocam her sabah Türkiye’yi parmağıyla göstererek: Onlar bir gün buraya gelecekler ve burada ezan-ı Muhammedi’yi okuyacaklar. Kocam bu aşkla yanıp tutuşuyordu.

İslam ruhuna hasret iklimin yetimlerinden olan bu asil ninenin nağmeleri bizi bir daha kendimizden geçirmişti. Bizleri elçi yapanları gözümüzün önüne getirerek elçi olduğumuz için şükür ediyorduk.

Bu nedir Ya Rabbi, bunlara ne olmuş? Bunlar bizlerin yolunu beklerken biz niye geç kaldık? Bu yaşlı kadın bizden ne istiyor?

Biz bunları düşünürken yaşlı kadın, nurlu kadın o içten gelen samimi isteğini söyleyiverdi.

Ey Allah için yurdunu, vatanını, sevdiklerini terk eden Muhammed Mustafa(sav) halifeleri sizden bir isteğim var: Bizim eve geleceksiniz. Evimizin balkonunda ezan-ı Muhammedi’yi okuyacaksınız. Siz ezanı okurken azana susamış kocam da sizi balkonun altındaki bahçede bulunan mabette dinleyecek. Böylece hasretiyle öldüğü bu kutsal sese şahit olacak.

Bu istek karşısında tüm arkadaşlarım selleri kıskandıracak bir gözyaşını bu kurak topraklara bırakıyordu. Buna şahit olan kurak iklimin verimli topraklarının gözyaşları ise fırtınalı denizi yaratıyordu.

Artık bizim rotamız belli olmuştu. Yarını iple çekiyorduk. Ama içimizde Bilal-i aşkla yanıp tutuşan Ali’nin heyecanı bir farklıydı. O içindeki sese kulak vermişti. O ses onu kendine çekiyordu. O ses o kadar nurlu ki Ali’yi çektiği yere nur yağıyordu. Bu gece sabah olmuyordu. Sanki Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde zaman durdurulmuştu.

Güneş doğmadan doğan cengâver Ali’m o güzel sesiyle bizleri gaflet uykumuzdan uyandırdı. Öyle yankılanmıştı ki bu sema, bu tatlı ve hıçkırıklı Bilal-i sesle. Güneşin tatlı yüzünü görene dek seccadede kaldık yaşlı gözlerle.

Bu sabah doğan güneş ne kutlu bir güneş ki bize sabahı hediye etti. Bugün doğan güneşe bir hal olmuştu. Gülümsüyordu Bilal-i ruhlu Ali’ye.

Ali’m bir an bu evden çıkmak istiyordu, kaçmak istiyordu. Kavuşmak istiyor içindeki esenlik kaynağına. Tuttu ellerimizden tatlı ninenin evine doğru. Ali’m yürümüyordu sanki gökyüzünde ona yol açılmıştı. Nefes olamıyordu. Kapının önüne vardık nefes nefese.

Bu ev değil, bu bir cennettir. Bizi bekleyen nurlu ensarın cenneti. Bu cennet mekân yönü kıbleye doğru bir seccadeyi andırıyordu. Her taraf bin bir çeşit çiçeğin kokusuyla bizi kendimizden alıp bir yerlere götürmüştü.

Kapı birden açıldı. Karşımızda ensarın hayat arkadaşı tatlı yüzlü nine duruyordu. Bizi karşısında görünce yüzündeki ifade bize her şeyi anlatıyordu. Bir süre devam etti bu sessiz senfoni.

Bizi içeri davet etti. İçeri girerken hepimizin aradığı yer aynıydı. Elimizde bir fatiha vardı emanet, sahibine teslim edilecek. Bu halimizi anlayan tatlı nine önümüze verip bizi ev sahibine götürdü. Ali’m burada yere yığıldı. Ali’m haykırdı yine:

Ey Muhammedi sevdayla yanıp tutuşan…

Ey ezana hasret nurlu kabrin sahibi…

Biz geldik. Sana geldik. Senin için geldi. Hakkını helal et geç geldik.

Arkadaşlarla girdik Ali’min koluna. Balkona çıktık. Bizi beklediği yere geldik. Onun beklediği yerden bakınca, güzlerimizin önüne geldi İslam iklimi Anadolu. Tam buradan bizi her gün beklemiş umudunu hiç yitirmeden. Bir ses duymak yetermiş sadece bir ses Anadolu’dan gelecek Bilal-i bir ses.

Artık zamanı gelmişti. Susma sırası gelmişti kâinata. Bu sese susamışlar çoktan tutmuşlar yerlerini. Bunların içinde öyle biri vardı ki hayatında sadece bir defa azan dinlemiş ve bu sesle kendine gelmiş bir günlük damat. Dün Ali’min sesi çarşıda yankılanırken düğün arabasını durdurup bu sese şahitlik etmiş İslam’a susamış bir damat. Olanlara şahit olduğu için bu günü sabırsızlıkla beklemiş. Kalabalıktan sıyrılıp Ali’min arkasında yerini aldı.

Herkes nefesini tutmuştu. Bütün kâinat hazırlanmıştı. Melekler kuşatmıştı her tarafı. Bunları gören Ali’m öyle bir sesle ezanı okuyordu ki nurdan herkes sırılsıklam olmuştu. Ezanın ortasına gelince artık takati kalmamıştı vere yere yığıldı. Yığılmasını hiç kimse fark etmedi; çünkü ses susmamıştı; çünkü Ali’min arkasında bir günlük damat vardı. Evet, sesler birleşmiş, kalpler yek olmuş.

Ali’m dün birdi; bugün bin oldu. Mekânın cennet olsun Ali’m. Henüz geç değil!
( Niye Geç Kaldınız? başlıklı yazı ahmet--isozu tarafından 17.02.2010 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu