Hazanı ihbarımdır gülüşün
Sonlanmayan bir düş’ ün
İhaneti yalnızlığa
Aşka meyyal o son kurşun
Kalemin sarkacı
Çanda saklı uğultusu rüzgârın
Çalmayan şarkıların efkârı
Başıma buyruk sevdiğimse bir
başkaldırı.
Cephesi yok yüreğimin
Mecazi fısıltılar ayyuka çıkan
Mevsimin sağdıcı iken rüzgâr
O kımıltı o sergüzeşt sözcükler
Sandık dolusu efsunlu gülüş
Ve evet, evet, hazanı ihbarımdır
Sezilerimde kaybettiğim nice dün
özürlü düş.
Gündeyim.
Günsüz geçen ömrün gecesi idi
Dünde kaykılan binlerce sezi
Ayaklarımın altında ezilen
Ömür ve idamlık fermanlar
Feryadımı tek duyansa…
Duyulmazlıktan öte düşmeyen yakamdan
Firari bir sözcükten medet umduğum
Selametle yürümenin ta kendisi
Yarına meyyal bir hayali koynumda
büyüttüğüm.
Hüznüme sahip çıkan sadece Mevla’m
Kim soruyorsa da bilsin ki O’nda
saklı derman
Derdim tasam ne ki ölümsüzlükse
mizacı gölgemin
Yaşasam da ölsem de beraber yolculuk
ettiğim
Kalemim ve matemim.
Hazanı ihbar ediyorum
Haz etmediğim münafık seyri
gölgelerin
Aşkı itham edenleri ise görmezden
geliyorum
Gülmeyi nasıl da özledim, güzel
Rabbim.
Sen gül yeter ki
Gamzelerinde güneşin seksin kuşlar
Rahmeti taşıyan taşan coşkumla
Yalnızlığımı idam ediyorum
Bir gülüşün yeter
Bir de güldürüşün
Varla yok arası bir mizansen
Tefe konsam da zaman zaman
Ve firar ediyorum işte
İçinde bulunduğum zaman ve mekândan.
Hayli ağır yüküm
Ağırdan aldığımsa ömrün yazmadığım
Son fermanı
Altına koyamadığımsa tek bir nokta
Üç noktalı mazinin külfeti taşarken
omzumdan
İhbar ettiğimse bu sefer içimde saklı
o çocuk
Başını bir kere olsun okşasaydın ya
Yâd ettiğimse dünün mizacı
Sahi, mutluluk hep mi bu kadar
uzaktı?