O günkü görevimiz sadece keşif amaçlıydı. Belirlenen noktaların üzerinden uçup gerekli istihbaratı topladıktan sonra üsse geri dönecektik. Her şey güzel başlamıştı uçağımız sorunsuz bir şekilde havalanmış ilk gözlem noktasının üzerinden uçarken hiçbir sorunla karşılaşmamıştık. Uçağı kullanan en yakın dostum birinci sınıf bir pilottu. Ben ise arkada gözlem noktalarını inceleyip bilgi kaydetmekle sorumluydum. Çoktan ikinci gözlem noktasının da bilgilerini kaydetmiştim. Son olarak üçüncü noktayı da halledip üsse dönmeyi iple çekiyordum. Şunu söylemem gerek ki uçmayı asla sevmem. Tanrı, insanların uçmasını isteseydi onlara muhtemelen kanat verirdi.

Son gözlem noktasına beş dakikalık mesafede düşman uçaklarıyla karşılaştık. Bizim uçağımız keşif amaçlı üretilmiş bir P-47 idi. Üzerinde hiçbir silah bulunmuyordu. Sadece herhangi bir tehlikeye karşı uçağın yan tarafına monte edilmiş otomatik bir tüfek vardı. Karşı da ise türünün son örnekleri jet avcı uçakları uçuyordu. Yani bugün bizim son günümüz olabilirdi. Ben öyle düşünüyordum. Gözlem noktasına ulaşmadan rotamızı değiştirip kaçmaya başladık. Kendimizi birden kedi fare oyununun içinde bulduk. Arkamızdan ateş ederek avcı uçakları yaklaşıyordu. Bize yetişip uçağımızı düşüreceklerdi. Çoktan soğukkanlılığımı kaybetmiştim. Son günümün havada olacağını hiç düşünmezdim çünkü söylediğim gibi uçmayı asla sevmem. Ama dostum atılan atışlardan kaçmayı başarıyordu. Bir ara başını hafifçe geriye atarak “birazdan yapacağım şeyi hiç sevmeyeceksin” dedi. Aklından ne geçtiğini tam o anda anladım çölün üstünde uçmayı planlıyordu. Avcı uçakları hızlı olmalarına karşın manevra kabiliyetleri o kadar gelişmiş değildi. Ama bizim uçağımız daha küçük ve manevra hassasiyeti iyiydi. Çölün içinde kum tepelerine doğru alçalmaya başladık. Peşimizdekiler ise biraz daha ateş ederek gözden yittiler. Kurtulmuştuk. Ama bir sorun vardı. Motorun bir parçası kırılmış ve bizi zorunlu iniş yapmaya mecbur bırakmıştı. Daha doğrusu uçağımız düşmüştü.

Kendime geldiğimde uçağın içindeydim. Hala tek parçaydı. Pilot dostum ise baygındı. Uçaktan inip onun yanına gittim ve onu sarstım. Ama uyanmadı. Başını kaldırdığımda alnından akan kanı gördüm. Alnından akarak göğsüne kadar şeritler oluşturmuşu.

Onu alıp uçağın gölge yerine yatırdım. Ve başını tedavi etmeye başladım. Sonra uçağı inceledim. Motor bozulmuştu ama tamir edilebilirdi. İlk gün güneş batıncaya kadar motorla uğraştım ve ara ara dostumun durumuna göz attım. Gece çok soğuk geçti. Sabaha karşı dostum biraz kendine gelir gibi oldu ama daha aymamıştı. İçinde bulunduğumuz durumu ona anlattım. Sabah ilk ışıkla birlikte uçağı tamir etmeye başladım. Güneş tam tepedeyken uçağa dokunmama izin vermiyordu. Sanki çöldeki her şey benim ve siz yabancılar onlara dokunamazsınız diyordu. Ve içme suyumuz çok azdı. İdareli kullanırsak ancak bize dört ya da beş gün yetirdi o da en iyi ihtimalle.

İçme suyumuz tükenmek üzereydi ve ben hala uçağı tamir edememiştim. Dostum ise ara sıra kendine geliyor ve geri bayılıyordu. Bir sabah dostumun biri ile konuşmasına uyandım. Ne kadar sevindiğimi sizlere anlatamam. Öncelikle dostum iyileşmişti ve ikinci olarak bu çölde bizden başka biri daha vardı. Büyük bir sevinçle doğrulduğumda hüsrana kapıldım. Dostum uyanmıştı ama karşısında kimse yoktu. O kendi kendisiyle konuşuyordu. Beni fark edince, “bak burada bizden başka biri daha var” dedi. “Benden bir koyun çizmemi istiyor.” Bozuntuya vermeden peki “ çizdin mi?” diye sordum. “Çizdim ama bizimkisi çok seçici bir türlü beğenmiyor” dedi.

Her geçen gün dostum hayali arkadaşı hakkında bana yeni bilgiler veriyordu. Bir keresinde bana onun başka bir gezegenden geldiğini söyledi. Ve söylediğine göre gezegeni ev büyüklüğünde bir şeymiş. Her ne kadar bir gezegen ya da asteroitin ev büyüklüğünde olması imkânsız gibi görünse de dostumun hayalinde oluyordu.

Çölde geçirdiğimiz dördüncü gündü. Uçağı biraz tamir etmiş nerdeyse havalanacak duruma getirmiştim. Dostum artık kendine gelmişti ama ayağa kalkamıyor benle oturarak konuşuyordu. Görünürde hiçbir şey yoktu. Alnındaki yara kapanmış sadece hafif bir iz kalmıştı. Ve gözleri bana değişik gelmeye başlamıştı. Çünkü dostumun gözleri kahverengiydi ama gün geçtikçe yeşile dönüyordu. Motorun kırılan parçası için bir parça hazırlamış onu takmak için uğraşıyordum. Bu parçayı da takarsam uçak havalanmaya hazır hale gelecekti. Dostum uçağın sol tarafına sırt üstü dayanmış çölü izliyordu. Birden başı öne düştü ilk önce uyuduğu sandım. Ama hayır uyumamıştı. Çünkü benle konuşuyor adının Küçük Prens olduğunu öğrendiğim minik gezginin gülünü anlatıyordu. Gidip onu düzelttim ve konuşmamıza devam ettik. Çölün kavurucu sıcağına rağmen dostum buz gibiydi. Kan vücudundan çekilmiş damarları donmuş gibiydi. Çöl sıcak çok sıcaktı. Güneş olanca ihtişamıyla parlıyor günü adeta kavuruyordu.  Buna rağmen dostum buz gibiydi. Dostumun yanına oturdum. Sırtımı uçağa dayadım. Sıcak, ısınan metalden geçip sırtımı yakmaya başladı. Gözüm kararıyor çöl gittikçe küçülüyordu. Birden karşımda onu gördüm altın sarısı saçlarıyla karşımda duruyor bana gülümsüyordu.

 

( Bir Küçük Prens Meselesi başlıklı yazı 286228a tarafından 28.07.2023 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.