Fırtına, puslu gecenin koynunda saklanıyordu. Bulutun dolgun siyah memeleri, geceden ninni gibi akıyordu. Evlerin ışıkları sırayla söndü. Bazı sokak lambaları bozuktu. Yalnızca mavi kapılı bir evin dış lambası yanıp sönüyordu:  aynı aralıklarla tıpkı saat gibi, kalp gibi atıyordu. Sulu sepkenler Katolik türküsünü çığırır gibi çağırıyordu. Rüzgâr arada uğuldayarak, balkondaki çamaşırları korkutmakla meşguldü. Tabii bir de ellerimi. Evet, ellerim de korkuyordu. Tıpkı elbiseler gibi titriyordu da. Tam, elbiselerin bu yağmurda dışarıda ne işi var diyecektim:  Ecel kuşkusu mu yoksa bir takım koşuşturmalar mı bilinmez, unutulmuşlardı işte. Mecusi yalnızlıklarında, açıkta kalan insan yavrusu gibi tirtir titriyorlardı.

 Akışı hiddetlenen damlaların iri tanelerini her ne kadar göremesem de bu,  fırtınanın hoşuna gitmiş olacak ki, yaklaşıyordu. Çok sabırsız davranıyordu olaylara, garip, belki de karmaşaya yol açmak içindi her şey.

  Kuşkulara kuşkulu esiyordu…

  Fırtına ve yağmur birbirine sarıldı. İki ses, tek bir yerde koca saltanat oldu hem de biranda. Evet, biranda oldu her şey. Bir anda patladı az evvel yanıp sönen ışığın sahibi, mavi kapılı ev. Bir anda çaktı şimşek ve biranda korktu kalbi çamaşırların.

  Ayaklarım betondu, beton ıslaktı, ıslak çok soğuktu. Kurumuş üzüm iskeletini, çadırları oynatan yel; kaynağında muhteşem bir enerjiyle çaktı. Yanıyordu işte. Yanıyordu. Sokaklar… Caddeler… Hem de cayır cayır…  O yanıyordu elbiseler üşüyordu. O; kan rengi alevleniyordu, elbiseler, gözeneklerinde biriken soğukla donuyordu. Teninde çamaşır ipi, ip ıslak, ıslak çok soğuktu. Çığlığına ne oldu bunca insanın. Çıt çıkmıyordu. “İmdat!” demiyordu hiç kimse. Yoksa diyorlardı da, ben mi duymuyordum.

 

 Eşarbımı sıkıca tutup çekti rüzgâr, ama açılmıyordu. Bir tek o duruyordu yerinde, yani başımda. Başım! Başım yerinde yoktu. Hortum içine çektikçe, savuruyordu kaşımı gözümü. Zaten ıslak gözlerim, sıcak ıslanıyordu şimdi. Bir an uçak sesi duyar gibi oldum. Gökten, yangın söndürücü hortum tutuyorlardı;  ama bu alev püskürtüyordu. Önce yanan eve, sokaklara, caddelere… Bulunduğum hortumun ortasında, canını bağrının merkezinden yararak feda eden adam; yağmurlara asit püskürttü kanayan bedeninden. Yağdıkça yakan yağmur, döküldükçe söner gibiydi. Bu çarpışmada inleyen, yine kumaşlardı.

 

 Duman ve fırtına! Sis bağırlı bir ruh, hepsini emdi, içine çekti, yuttu. Öksürüyordu çamaşırlar, kolları uzamıştı. Ben öksüremedim. Boğuluyor gibi bir his. Nefes almakta çektiğim güçlük, kırmızı renge bulamıştı tenimi. Hayal ettiğim masallardaki kanatlı uçan melekler, uçaksız da uçabiliyordu. Görebiliyordum. Yalnızca biri başımı tutmuş, yere indirdi beni. Sonra göremedim. Gözlerim açıkken olmuyordu. Bildiğim, onun kanadı filan da yoktu. Yere inince görevi bitmişti. Yağmurlar asitsiz yağıyor ve rüzgârlar nefesle kucaklaşıyordu. Döndüğümde çamaşırlar yerindeydi; ne de olsa kendilerini tutacak mandalları vardı.  

 Ben gitmiş miydim ki? Peki, nereye? …

  Bir ses! Sadece bir ses kondu ödüme, öyle uzamış öyle şişmişti ki! Pencereyi kapattım. Odamın ışıkları yanıyordu. Az evvel mavi kapısı “Ben buradayım” diyerek yanıp sönen ev, bizim evimiz miydi?

   Bunca çırpınışa rağmen, donan ellerim için, ölme vaktiydi. 

 

Halime Erva KILIÇ

 

28 Ekim Perşembe

2010

( Ölme Vakti başlıklı yazı yagmur-kilic tarafından 6.11.2010 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.