Behçet NECATİGİL, her ne kadar İstanbul doğumlu olsa da Aslen Kastamonuludur. Babası Mehmet Necati GÖNÜL, Vakıf eşrafından BEKAROĞULLARI’NDANDIR. Baba Mehmet Necati de oğlu gibi küçük yaşta öksüz ve üstelik yetim kalmıştır.

Baba Mehmet Necati’nin anne ve babasının o dönemler halk arasında ter hastalığı denilen tifo salgını sonucu bir ay arayla öldüklerini biliyoruz. Bunun üzerine dayısı Hacı Merdan Efendi Mehmet Necati’yi eğitim ve öğretim için İstanbul’a gönderir. Orada eğitimini tamamlayan baba, evlilik çağına geldiğinde ilk eşi ile evlenir ve bu evlilikten adına Behçet koydukları bir erkek çocukları olur. Ne var ki bilindiği üzere daha küçük yaşında Behçet annesinin ölümüyle öksüz kalacaktır.

Annesinin ölümünden sonra anneannenin bir süre büyüttüğü Behçet bir gün ne yazık ki anneanneyi de kaybedecektir. İşte bunun ardından üvey anne ile tanışır. Baba, singer kampanyasında çalıştığı için Anadolu şehirlerini dolaşmak zorundadır. Bu gidişlerde ailesini İstanbul’da yalnız bırakmak durumunda kalmaktadır. Oysa İstanbul’da ailesini emanet edebileceği bir yakini yoktur. O nedenle Kastamonu ve Çankırı Bölgesini seçer ve bu bölgeye atanır. İşte bu atamanın ardından Kastamonu’ya bir süreliğine yerleşilmiştir.

Kastamonu’ya gelindiğinde eski adıyla İbnineccar, yeni adıyla Yavuz Selim Mahallesi Maymun çeşme sokakta bir ev kiralanır. Çünkü vakıf mevkiindeki dedeye ait ev nedenini bilemediğimiz bir şekilde elden çıkarılmıştır.

Maymun çeşme sokak seçilmiştir çünkü bu sokakta hem dayı Merdan Efendinin, hem de İdrisoğulları’nın gelini olan Cemile teyzelerin evi vardır. Cemile teyzeler kış aylarında ailenin bir kısmıyla bu evde kalmakta, ilkbaharla birlikte bu günkü Seydiler İlçesi Yayla- Halkacılar köyündeki köylerine gitmektedirler.

Küçük Behçet benim halam ve babamlardan edindiğim bilgiye göre dayı Merdan efendinin evine fazla takılmamaktadır. Bunu burasının mistik havası oluşuna veriyorum, tabi ki bu benim yorumum. Daha çok teyze Cemile Hanımın çocuklarının bulunduğu evlerine gidip gelmektedir. Ve bu evde kim bilir belki özlediği anne yakınlığını birazcık da olsa bulabildiği, ‘hala’ dediği ve Cemile teyzenin kızı Huriye Hanım da kalmaktadır. İşte bu nedenle baş başa kalındığında Behçet hala ile adeta dertleşmektedir.

Huriye Hanım benim de öz halamdır. Burada merak ettiğim şey, NECATİGİL’İN halama göre yaşları daha büyük olan babam ve amcama abi demesidir. Oysa Huriye Hanıma ‘hala’ demeği seçmiştir. Sanırım bu, Huriye Hanımı kendisine yakın görmesindendir.

İşte benim sizlerle paylaştığım, halam, babam ve amcamla birlikte evimin içinden NECATİGİL’İN çocukluğu hakkında dinlediklerimdir. En emin olduğum rivayetler ise halamın anlattıklarıdır.

NECATİGİL’İN Kastamonu günlüğü üzülerek ifade ediyorum ki kapalı bir kutudur. Bilebildiğim bu güne kadar kendisi hiç kimseye bu günlüğünü açmamıştır. Ama kimi dizelerini okudukça aslında şiirlerinin bir yerlerine gizlediğini fark ediyorum.

Halam derdi ki:

‘Kastamonu’da kaldığım bir akşam vaktiydi, gaz lambasını yakmıştım. Perde aralığından sokağa bakıyordum. Uzaktan bir çocuk silueti belirdi. Ürkek adımlarla yürüyordu. Kör sokak fenerinin loşluğunda zar zor fark ediliyordu. Pencereyi az araladım, pencereyi yukarı sürüp baktım. Ayak sesleri karanlıkta kayboluyor, duyulmuyordu. Bir kaçış vardı sanki yürüyüşünde. Sonra, sokak kapısının önünde durduğunu fark ettim. Suskun tıkırtılarla birlikte vuruyordu kapı tokmağını. Behçet’ti anlamıştım, bekletemezdim.

Koşarak indim merdivenleri, birkaç basamak bitmek bilmiyordu. Kapıyı açmamla birlikte aralıktan süzüldü içeri. ‘Halam’ diye dolandı boynuma. Kucakladım, yanaklarımdan öpüyordu.

 ‘Hala, o kadın beni dövdü.’ diyordu üvey annesi için, ‘Kulağımı yırttı hala’.

Sonra kulağına baktım gaz lambasının ışığını açarak, sol kulağı kanıyordu. İncelemeğe başladım, kulak memesinin altında yırtık vardı. Tırnağı batmış olmalı diye düşündüm. İçini çekerek ağlıyordu.

Ağlama geçer dedim, hem o senin annen. ‘Hayır, o benim annem değil olsa ağlatır mıydı?’ dedi. Ama annen oğlum dedim. ‘Benim annem öldü hala’ diyordu. Ne yapacağımı şaşırmıştım, yavaşça sıyrıldı kucağımdan, sanki kırılmış gibiydi. Sedirin karşı köşesine oturup adeta kıvrıldı. Biraz kendi haline bırakmak istedim.

Ama içime sindirememiştim. Başını okşamak için yanına vardım. Alnına değdi elim. Öptüğümde de hissetmiştim, ateşi vardı.

Hemen mutfağa geçip ıhlamur kaynattım. Aç mı idi acaba diye düşündüm.  Dönüp sordum. ‘Tokum hala.’ Dedi. Ihlamurun yanına kahvaltılık bir şeyler koyup bir tepsiyle getirdim önüne. Hatırım için yiyeceksin dedim.  Kıramam seni gibilerden yüzüme baktı. Bak ben de yiyeceğim seninle dedim. Yemiyor, yiyormuş gibi görünüyordu.

Sofrayı kaldırıp odaya döndüğümde o sedir yastığına dayanmış, diktiği dizlerine dayadığı dirseklerinin uç noktasındaki küçük avuçlarıyla yüzünü kapatmaya çalışıyordu. Ellerinin başparmakları bana göstermek istemediği gözyaşlarını siliyordu.

Sedire varıp yanına oturduğumda, yüzünü köşe yastığına dönerek dizime yattı. Uyumak mı istiyor diye düşündüğümde gözlerinin bana baktığını gördüm. Anlatmak ister misin diye sordum.‘Yemekten sonra sofrayı kaldırırken yardım ettim, babamın tembihlediği gibi hep yardım ediyorum hala. Tek beni dövmesin diye.’ Dedi.

‘Sonra odaya geçtik. Kırık leblebi getirdi kese kâğıdında. Ben, yerdeki minderimde dersime çalışmaya başladım. Gök gözlü kızla yiyorlardı. Hiç istemedim hala.’ Diyordu. ‘Kalkıp kulağımdan tutarak, kalkmama bile fırsat vermeden sürüklemeye başladı; zor kalktım. Kulağım kopacak sandım hala. ‘Sonra odama götürdü beni, lambayı yakmamı da yasaklamıştı. Korktum hala, sana kaçtım.’ Dedi. ‘Seni merak eder annen sonra’ dedim. ‘O kadın bir daha benim odama uğramaz. Sabah kalkar erken giderim’ dedi.

Tamam, Behçet üzülme bu da geçer. Bir gün kocaman adam olduğunda bu günleri gülerek hatırlayacaksın dedim. ‘Hayır, hala’ dedi. Yetişkin insanlar gibi konuşuyordu.’Hiç, ama hiç hatırlamamaya çalışacağım ve hiç anmayacağım bu günleri.’ Belki biraz buruk ama yine de anımsayacaksın.’ dediğimde, kim bilir dercesine boynunu büktü.

Yatalım mı diye sordum. Dizimden kalkıp boynuma sarıldı ve ‘Seninle yatabilir miyim hala?’ diye sordu. ‘Tabi’ dedim, ‘Tabi yatabilirsin.’ Eve geldiğinden bu yana ilk defa gülümsedi, ‘halam’ diye sıktı boynumu. Sonra yattık yatakları yapıp, sıkı sıkı sarılıp uyumuştu.

Bir tıkırtıyla uyandım erkenden. Behçet kalkıp giyinmiş, bir mektup bırakmıştı yastığın üstüne. Duyduğum ses onun sessizce kapattığı oda kapısının sesiydi. Duymazlığa geldim, öyle istemişti. ‘Hala ben erkenden gidiyorum, sen uyu. Kıyamadım uyarmaya. Buda geçecek değil mi? Teşekkür ederim.’ diyordu mektupta ve altına adını, yani Behçet yazmıştı.

Hemen kalkıp giyindim. Bir bahane olsun diye elime bir tas süt aldım. Birkaç dakika sonra kapılarını çaldığımda Behçet açtı kapıyı. ‘Uyuyorlar daha’ dedi sessizce. Akşam sizde kaldığımı duymasınlar der gibiydi. Tamam, söylemeyelim dedim, sanki kurnaz bir gülümseme yayıldı yüzüne. Birlikte merdivenleri çıktık. Mutfağa sütü bırakmaya girerken kapıyı duymaları için sesli örttüm. Behçet de girmişti mutfağa. ‘Dur sana bir süt pişireyim.’ dedim. Gaz ocağını yakıp bir miktar süt koydum üstüne. Gaz ocağı o zamanlar her evde yoktu. Sevinmişti, belli ki açtı, okula gidecekti.

Bir an akşamki ateşi geldi aklıma, yanına yaklaşarak alnına baktım. Ateşi düşmüştü. ‘Yine ateşlenirsen haber ver, doktora götürelim olur mu Behçet dedim. Omuz silkti önce. Küserim ha dediğimde olur gibilerden başını salladı, rahatlamıştım. Sonra uyandılar. Akşam olanlardan habersiz göründüm, hiç oralı olmadım. Behçet okula gitti.

 

Gerçek yaşamdan kareleri fotoğraflıyorum sizlere ne eksik, ne fazla. Amcamın bir anısı vardır, şöyle anlatırdı:

Bir gün Kastamonu’dan geliyoruz bizim yaylı faytonla. Bizim Behçet’le birlikte Tayyip de var arabada.  Az yol değil hani dört buçuk hatta beş saatte gelirdik atlı arabayla. Arabacı kullanırdı arabayı. Onlar daha çocuk. Kurdum çilingir soframı arabaya, usuldan demleniyorum. Erik zamanıydı, can eriği almıştım şehirden Tayyip’le erik yiyorlar ikisi. Behçet diyor ‘erik’, Tayyip ‘örük’ diyordu. Erik, örük, erik, örük. En sonunda Behçet eriği de, örüğü de kaybetti. Başladı ‘erüüükk, erüükk.’

Tayyip Behçet’in bir başka teyzesinin torunuydu.

 

Yaz tatili başladığında babası aileyi İdrisoğulları’nın köylerine bırakırdı ve bütün tatil Halkacılar denen köyde geçerdi. Yaşanan anıların hepsini bilmem mümkün değil. Ama benim dinlediklerimden anımsadıklarımı paylaşmak istiyorum. Bu Kastamonu’da kalındığı tüm yıllarda böyle olmuştur.

 

Babam anlatırdı:

Ormana gelmişti Behçet, bizimle bir gün. Odun için kestiğimiz çam ağaçları büyük bir gürültüyle devrilirken arkasını dönmüş, kulaklarını elleriyle adeta tıkayarak gözlerini kapamıştı.

Hiç kıyamazmış ağaçların kesilmesine, ama hiç.

 

Yine halamın bir köy anısını daha nakledeceğim:

Hasat mevsimiydi, hepimiz harman yerindeydik. Çocuklara bir gölgelik yapmıştık. O hep dövene binerdi. Hani elleriyle hayvanların gübresi taneye karışmasın diye çişlerini yaparken tutulan küreği yetiştiremeyince tutuverirler ya kimileri, hayvanların çişini? O zaman nasıl da katıla katıla gülerdi.

Yine bir gün harman yerinden usanmış olmalı ki eve gitmek istemiş. Evin kapısının hemen önünde uyuklarmış köpekler. Behçet’i birden görünce saldırmışlar. Harmanda olmadığının farkına varınca meraklanıp eve gittim. Seslendim, evde yoktu. Bir ses alamıyordum. Sonra koşarak sokağa çıktım. Nereye gidebilirdi? Tarlalara giden yolun başında kundurasının bir teki

duruyordu. Alarak o yöne koşmaya başladım.

Durmadan bağırıyordum Behçet diye. Kısa yokuşu aştığımda kundurasının bir tekini daha buldum. Korkmaya başlamıştım. Neler olmuştu? Dönemeci döndüğümde çalının arkasında secde eder gibi yatar buldum. Koşarak yanına vardığımda, ‘Halam’ diyerek atladı boynuma. Kucaklayıp oturdum. Koşmaktan ve korkumdan soluğum sıkışmıştı. Derin derin soluk alıyordum.

Biraz soluklandıktan sonra neler olduğunu sordum. Çok korkmuş yavrucak köpeklerden, tarlalara doğru kaçmış. Anız dikenleri batmış kundurasız, çıplak ayaklarına. Sonra eve getirdim. ‘Beni yalnız bırakma hala. ‘ diyordu. Uyutup iki saat kadar bekledim başında.

 

Bir gün su oluğunun üstünden atlarken ayağı kanadığında kan sürülmüş olan kunduralarını, takım elbisesini, küçük fesini saklardı halam kendi çeyiz sandığında.

Küçük muharrir olarak kendi elleriyle düzenlediği okul gazetesine yazdıklarından anlatılan pasajları tam olarak anımsayamadığım için anılarıma katmıyorum. Anlattığım anıları kaç defa dinledim doğrusu bilemem, ama Behçet söz konusu olduğunda aynı anılar yinelenerek anlatılırdı.

Yıllar geçmiş, küçük Behçet, NECATİGİL olmuştu. Oysa babasının soyadı GÖNÜL’DÜ. Amcam neden babasının soyadını almadığını sorduğunda, ‘Onunla aynı soyadı taşımam’ demişti üvey anne için. Sanırım üvey annenin psikolojik rahatsızlığının da oluşu çocukluğunda çok çektirmiş olmalıydı Behçet’e. ‘İşte bunun için babamın adını soyadım olarak aldım ve NECATİGİL dedim.’ dediğini anlatmıştır amcam.

Zaman içersinde ben de büyümüştüm. Düğünüme davet edildiğinde sevgili eşi Huriye Hanım ve küçük kızı Ayşe’yi göndermiş, kendi gelememişti. İstanbul’a gittiğimizde mutlaka uğrar, kısa süreli de olsa illa konuğu olurduk.

Ama maalesef bir gün o menhus hastalığa yakalandığını duyduk. Çok geçmedi ki bir mektupla ölüm haberi geldi. Mektubu ilçedeki postaneden alıp eve geldiğimde derin bir üzüntü içersindeydim. Babamı ve amcamı bu süre içersinde kaybetmiştik. Tek halam vardı. İstanbul’dan mektup aldığımı söyledim. Her zaman mektubu alıp okumak isteyen halam:

‘Desene’ dedi, ‘Behçet’i kaybettik.’ Hayır diyemedim, sorar gibi baktım yüzüne. ‘Nerden mi bildim?’ diye devam etti, ‘Seni hiçbir şey bu kadar hüzünlendiremezdi çocuk, Allah günahlarını affetsin.’

Yavaşça kalkarak odasına çekildi, arkasından gözlemek istemiştim. Kapı kapalıydı, Kuran sesi geliyordu içerden. Belli ki ruhuna okuyordu.

O akşam hüzünlü bir sessizlik vardı evimizde. Ertesi gün, günlük işlerime gittim. Akşama doğru traktörümüzle evimize geldiğimden eşim karşıladı, üzüntülüydü. Ne oldu diye sordum. ‘Halam Behçet ağabeyin nesi varsa yaktı, engel olamadım.’

Olan olmuştu, yapacak bir şey yoktu. Köşesinde oturuyor, düşünüyordu. Nasılsınız halam? Diye sordum. ‘Nasıl olacağım?’ dedi, ‘Behçet’i şimdi öldürdüm.’ Belli ki anılardan kurtulmak istiyordu.

Zaman içersinde NECATİGİL hakkında bildiklerini, anılarını defalarca anlatmasını istedik kendisinden. Her seferinde şu yanıtı verdi. ‘Behçet öldü Ahmet, Behçet öldü.’

Halamla birlikte Behçet gibi öğrenmek istediğimiz geride kalan anılar da toprak olmuştu. Hiç değilse dedim bende kalanları anlatayım sizlere, hiç değilse bir mum ışığı yakayım.

En kalbi saygılarımla efendim.

 

Ahmet İDRİSOĞLU

( Behçet Necatigil’in Kastamonu Anıları (Anılarda Necatigil) başlıklı yazı AhmetİDRİSOĞLU tarafından 23.11.2010 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.