GAZİ ŞEHİR

  (Sadece Antep’e değil; Anadolu’nun bağrındaki milyonlarca yiğide ithafen)  

       Gözlerimden düşüyor ve kayboluyor zaman. Bir zamansızlık içinde, gözlerimde bir ‘hiç’ belirmeye başlıyor. Bu ‘hiç’ler içimi çepeçevre kuşatınca, anlıyorum yaşarken neler kaybetmekte olduğumu. Bir an, gelecek telaşına düşüp geleceğimi inşa etmenin çabasıyla boğuşurken, hiç aklıma gelmiyor, ‘geçmişi olmayanın, geleceğinin de olmayacağı’ fikri. Hiç aklıma gelmiyor, ‘geçmişini bilmeyenin, geleceğini de bilemeyeceği!’.

   

   Ah Antep! Anlı Antep, şanlı Antep!

  Yiğitlik kalesinin kapısına: “GAZİ” diye kazılan!

  Tarih abidesine: “ŞEHİT” diye yazılan!

   Destanlarda adının altına: “FEDÂKAR VE KAHRAMAN” imzası atılan!

 

       Kanla yıkanmış, fedakârlıkla boyanmış olan şu taşın, toprağın, dile gelseydi de insanlığa anlatsaydı; insanlık nedir kardeşlik nedir, fedakârlık nedir ve cefakarlık nedir? Uğruna canını veren muazzam şehitlerin kalksaydı da anlatsaydı; şahadeti ve sevdayı…

 

        Antep’in o mahzun kaderi, Mondros Mütarekesinden sonra başlamıştı. İtilaf Devletleri karanlık hedeflerinin namlusunda duran Anadolu’ya saldırmak için bulunmaz bir fırsat ele geçirmişlerdi. Onların kahpe planlarına göre, ‘Hasta adam Osmanlı’ ölmüştü. Onlar da onun mirasını paylaşacaklardı. Onların kinle ziftlenmiş beyinleri, şunu idrak edememişti: Osmanlı resmen sona ermiş olabilirdi; fakat Osmanlı’yı ayakta tutan ruh, Anadolu’nun bağrında hâlâ yaşamaktaydı.

 

      Önce İngilizler üşüşür, sokaklarında kardeşlik ve barış kokan Antep’e,  sonra Fransızlar. Asıl mücadele Fransızların gelmesiyle başlar burada. Şimdi sinsice ve kalleşçe bir idealin ardında sürüklenen Fransız askerleri dolaşır Antep’in sokaklarında.

 

    Tarih 1 Nisan 1920. İşte başlar Anteplinin imtihanı, cesareti ve sabrı. Eli kazma-kürek tutan, bayrama koşar gibi koşar Antep Müdafaasına. Kimisinin silahı yoktur! Kızının çeyizini, evini, bineğini satar, eğer Vatan söz konusuysa kızını da ücretle evlatlık verir! Elde ettiği parayla, silah alıp başlar savunmaya. Fransız’ın çok gelişmiş silahına, özellikle kan kusan toplarına karşı, yüreğini ortaya koyar. Ve bu toprakları, candan aziz bir can sayar. Uğruna canını, malını ve kanını,  gözlerini kırpmadan verir. Çünkü onların ideallerine yaşamak değil; ölmek vardır. Ben değil; biz yazılıdır. ‘VATAN’ yazılıdır.

 

       İnsanlıktan bihaber Fransızlar, şehri yakıp yıkarlar. Antep halkı da, can diyarlarını şeyiyle direnir ve savunur. Bu sırada Ankara’ya telgraf çekilir:  “Bizi kurtarmaya gelmeyecek misiniz? Cephanemiz tükendi, halk perişan!” Ama bu sırada meydana gelen Türk-Yunan savaşı yüzünden hiçbir yardım gelmez. Antep’ten bu sefer de dünya Milletlerine telgraf çekilir: “Bütün bu cinayetler insanlığın gözü önünde işlendiği halde, insanlığın bu hazin feryadını işiten hiç kimse yok mudur? Eğer, insanlık âlemi, bu haksızlıklara susuyorsa, biz de bu Medeniyetlere lanetler okuyarak, kefen niyetiyle giydiğimiz atletlerimizi boynumuza asıp ölümü selamlamaya koşacağız!”  dediler. Şehri düşmana teslim etmemek için en cesur şekilde koştular da. İmkânların ve umutların tükendiği yerden bin bir ümit çıkardılar. Kurtuluş savaşı sırasında ilk defa ‘kendi mermilerini kendisi üreten şehir’ olarak tarihe yazıldılar. Tüfekçi Yusuf ve birkaç arkadaşı mermi yapmaya başladılar. Peki, neyle mi? Mermi kovanlarıyla, evlerdeki teneke ve demir eşyalarla…

 

   Fransızlar, namusu ve şerefi bir çocuk kadar bilmiyorlardı. Evet, belki de hayatlarında hiç duymadıkları kelimeler bunlar. Bir çocuk, namusu ve şerefi idrak edebilir mi? Eğer damarlarında ecdadının kanını taşıyorsa elbette ki bilir. Bu yüzden, tebessüme ayarlı gözleri, annesinin peçesine uzanan bir düşmana, kartal kesilebilir! Eli silahlı birisinin karşısına hiç korkmadan dikilebilir! Eline geçen taşı, namusu idrak etmekten aciz olanların başına cesurca fırlatabilir…

 

   Fransızlar, tüm komplolarına rağmen Antep’i alamazlar. Sonunda anlarlar ki, kale gibi duran bu insanlara, adeta kurşun işlemez! Zira bir ara şehrin etrafını çembere alırlar. Güç yetiremedikleri bir avuç insanı, şehrin içinde yoklukla baş başa bırakırlar. Antepliler açtır. Artık çocuklar, “Açız!” diye bağrışırlar. Toprakta ot adına ne bulurlarsa ayakta kalmak pahasına yerler. Acı badem çekirdeklerini öğütüp ekmek yaparlar. Ağaç kabuklarını kazırlar, hatta yol kenarında ölmüş bir atı paylaşmak zorunda kalırlar. Bu yüzden Antepliler derler ki: Bizi bitiren ne Fransız topu, tüfeği, ne de Fransız’ın gücü kuvveti; bizi bitiren açlıktı…

 

      Şeyh Camisi deyince, hepimizin yüreği iğneden ince sızlar. Çünkü sargı bezi yerine kullanılan çarşaflar, çeyizlik örtüler ve sarıklar gelir, gözümüzün önüne. Eter olmadığı için eli, ayağı ayık olarak kesilen, demir karyolaya sıkı sıkı bağlanmış hastaların, mücahitlerin iniltileri çınlatır kulaklarımızı. Cami dedik de sahi bunların hastaneleri yok mu? Bir zamanlar vardı var olmasına; ama vicdanı taşlaşmış Fransızlar, onu da yerle bir etmişler. Kin ve nefret dolu ciğerlerine bir kat daha zulüm kokusu çekerek…

 

   Antep halkı, işgal boyunca,7’sinden 70’ine gücü yettiği ölçüde savundu Antep’i. Kimisi Kur’an okuyarak, dua ederek, kimisi köprübaşında düşman gözleyerek. Köprübaşı deyip de Şahinbey’i (daha doğrusu Şahinbeyler’i)  anlatmadan geçmek olur mu? Şahinbey, gençlik nedir bilmeden, kendini kurtuluşun yollarında, mücadelenin kollarında olgunlaştırıp pişiren, kurşunu bitince de: “Analarımız bizi bugün için doğurdu. Ya biz buradan düşmanı söker atarız; ya da düşman arabaları cesedimizi çiğneyip de geçer!” demiş ve elindeki süngüsüyle son anına kadar çarpışmış ve sonun da kahpe bir düşman süngüsüyle yere serilmişti!

 

   Hatırlamak bazen acıtır insanın sinesini. Çekilen çile, harekete geçirir hücrelerini. Ne mümkün bu şanlı tarihi okuyup da duyarsız kalmak. Tarihin sayfalarında yeşeren Antep destanını hissedip de ta yürekten: “Bu topraklara yeniden bir Fransız gelse, yine alamazlar Antep’i! Çünkü biz atamızdan aldık bu azim ve gayreti!” dememek ne mümkün! Antep’in kollarında bir Şahin vurulduysa, şimdi bin Şahin doğar! Bir Şehitkâmil’in düştüğü yerden bin Şehitkâmil çıkar toprağı yararak. Bir Antep değil, bin Antep yaşar Anadolu’nun kara bağrında!

 

   Antep’te şehitler anısına dikilen Şehitler Anıtı’nda yazılı olan şu söz bize yeniden yaşatır ve yeniden verir o ruhu: “Bu anıt, yurduna saldıranların tecavüzlerini kırmaya yemin için, şehir halkı adına, şehitlerin semaya kaldırdığı şahadet parmağıdır.”  Antepli olarak bizlerde yemin ediyoruz: Allah’a kaldırılan bu parmak mahşere kadar inmeyecektir!!!

 

 

 

( Gazi Şehir başlıklı yazı hacer-uslu tarafından 25.12.2010 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu