Taş yerinde ağırdır derler atalarımız. Neden mi? Yerinden oynayan taşlar aşınmaya, sürekli oradan oraya yuvarlanmaya mahkûmda ondan. 
İnsanoğlu da aslında kendi eşinin dostunun olduğu, doğduğu yerlerde daha da bir ağır değil mi? Her horoz kendi küllüğünde öter sözü de bu duruma güzel bir örnek olabilir.
 
Ancak günümüzde insanoğlu geçim sıkıntısı ile doğduğu topraklardan doyabileceği topraklara doğru bir nehir misali akıp gitmekte… Bu akışın oranı normal sınırları çoktan aşarak %70-80 sınırlarına dayanmış… Bu kadar hızla gelen göç dalgası, tıpkı delice akan bir ırmağın, delice esen fırtınaların verimli toprakları alıp ırmak yataklarına biriktirdiği erozyon belası gibi üretken insanlarımızı da şehirlere istiflemekte.

Farklı yerlerde farklı insanlarla, farklı kültürlerle yüz yüze gelen insanımız yeni düzene ayak uydurmada zorlanmakta… Bu farklılıklar kimi zaman bir girdap gibi bir yerlere sağlam tutunamayanları acımasızca içini alıp yok etmekte. Birçoğu bu yeni ortamda hiçbir şey yapamadığından hayatlarının baharında eşiyle, çocuklarıyla yaşadığı sosyolojik ve ekonomik travmalar sonucu yok olup gitmekte…

Nesiller arasında ve akrabalar arasında yabancılaşma sonunda birbirinden kopuk bireyler halinde hayatın zorluklarına tek başına karşı koyma yalnızlığına düşmeler çağ insanın kaderi gibi… Doğduğumuz yerlerin boşalmaya yüz tutması, viranelere dönmesi aslında çok acı bir olay. Birçok köyümüzde sadece yaşlı insanlar kalmış bomboş sokaklarda… Tıpkı ölümü bekler gibi bir hal içindeler. Onlar gidenleri acaba bu bayram da mı gelmeyecekler endişesi ile ölmeden son bir defa görseydim özlemi ile yanıp tutuşmaktalar.  

Gençler şehirlerde ekmek peşinde… Ekmek çoktan aslanın midesine inmiş.

Şehirlerde yaşayan birçok insan köylerini hiç görmemiş, akrabalarının çoğunu tanımıyor bile. Bazen memleket sitelerine “Ben İstanbul’da yaşıyorum. Köyümü hiç görmedim. Lütfen köyümüzün resimlerini yayınlar mısınız?” gibi mesajlar düşmekte...

Köylerin şehirlere taşınması peşinden birçok sorunu da beraberinde getiriyor. Kaçak yapılaşmadan, sosyal sorunlara değin bir sürü sorun yumağı.

Göç; şehircilik adına problemler oluştururken tarımsal üretimi de olumsuz yönde etkilemekte. Artık birçok gencimiz tarımla uğraşmak istememekte. Belki bunun altında tarımsal girdi ve çıktılar arasındaki dengesizlik, kar, zarar hesapları yatsa da daha kolay bir hayat özlemi insanlarımızın rüyalarını süslemekte. Oysa yaratılışımızın bir gerçeği olarak hayatımızı devam ettirebilmek adına beslenebilmemiz için tarımsal üretimin de devamı şart…

Göç sorunu ve tarımsal üretim konuları mutlaka ulusal düzeyde masaya yatırılması gereken bir sorun olarak her gün gizlice büyümekte. Bu sorun daha fazla devleşmeden gerek siyasiler gerekse üniversitelerin bu konuda somut projeler üretmeleri gerekmekte.

Eskiden koyunların, kuzuların gezdiği dağlar bomboş kalmış durumda. Ne çobanlar var, ne kaval sesleri… Türküler yükselmiyor artık toprak damlı evlerin bacalarından. 

Artık sessiz bir ağıt yükselmekte köylerimizden... Bu ağıt yok oluşa direnen sessiz bir şarkı gibi kulakların değil sinelerin, duyarlı beyinlerin, yüreklerin duyacağı bir ses yükselmekte gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar kadar yalnız kalan köylerimizden.

Artık köy öğretmenlerinin hikâyelerini de dinleyemeyeceğiz. Artık köylerde okullar da kapalı. Zira içinde okuyacak çocuk yok… Cıvıl cıvıl çocuklar… Onlar şehirlerde babalarının verdiği ölüm kalım savaşında bir nefer olarak yükü omuzlamanın çabası içindeler.

Bu yazıyı yazarken Ali Kızıltuğ’un o meşhur ağıtı kulaklarımda çınlıyor adeta...

Asrı gurbet harap etmiş köyümü
Bülbül gitmiş baykuş konmuş gel hele
Ben ağayım, ben paşayım diyenler
Kapıları kitlemişler gel hele

Kapılar kitlenmiş, o meşhur konaklara baykuşlar yuva yapmış, birçoğunun sahipsizlikten sıvaları düşmüş, duvarları uçmuş durumda. O eski köy odaları artık mahsun mahsun yıkılmayı beklemekte.

Bir ev burda bir ev karşıda kalmış
Hele sorun bizim komşular n'olmuş
Kırk senelik ağaç kurumuş kalmış
Bizim köye benzemiyor gel hele

 Bir sokağa giriyorsunuz sıra sıra kerpiç duvarlı evler. Bir kapıyı çalıyorsunuz kimse yok, diğerini çalıyorsunuz kimse yok. Bir sokakta beş hane varsa ya birisinde ya da ikisinde insan var. Diğerleri boş… İçerde duran ihtiyarlar sevinçle kapıyı açıyorlar. Bekledikleri ya torunları, ya çocukları… Ama karşılarında bir yabancı görünce sevincin yerini hüzünlü bir merak alıyor.

Gurbet asrı işte böyle…

Türkülerin yerini çistakların aldığı, giyim kuşama kadar tüm zevklerin ve renklerin acayipleştiği, hislerin ve duyguların algılanma ve dışa vurumunun farklılaştığı bu asırda, köklerini merak etmeyen bir nesil; ne şehirli, ne de köylü bir halde arasatta kalır gibi ortada kalmış… Hem köyü ve köylüsü tarafından hem de yaşadığı bu koca şehirler tarafından dışlanmanın verdiği haleti ruhiye ile hayata tutunmaya çalışıyorlar. Bir kimlik bunalımı yaşanıyor, alabildiğine...

Özenti dolu bir tavırla kendileşemeyen bireyler; kendilerine yabancı olan ve yaşanabilmesi için bir bedel isteyen şatafatlı bir hayatı ya hiçbir bedel ödemek istemeden, ya da bu bedeli benliklerinden ödün vererek farklı yollardan ödemek yolunu seçerek, yaşamak histerisine düşüyorlar. Depresyonlar, cinnetler, cinayetler, intiharlar zincirleme bir şekilde birbirini kovalıyor.

Şehirleşememenin dahası eski tabirle medenileşememenin faturasını yine kendi insanımız ödemekte… Sadece kitaplar arasında proje olarak kalan köy kent, tarım kent söylemleri gerçekleşmeyince yaşanılan süreçte karşımıza köyleşmeye yüz tutan şehirleri çıkardı.

80’li yıllara kadar şehirleri kuşatan varoşlar ve gecekondular; bugün şehirleri zapt ederek şehir kültürünü esir etmiş, onu deyimi yerindeyse bir şişeye hapsetmiş durumda. Yeni kültür ne köye ne de şehre benzemekte…  Yarı İngilizce, yarı Türkçe isimler tabelaları, yeni tabirle neonları süslüyor… Yarı şarkı, yarı türkü, yarısı pop melez bir gürültü musikimizin yerine geçmiş durumda… Batının sözüm ona özgürlük denilen sorumsuzluğu her türlü adet, töre ve inanç sistemimize var gücüyle saldırmakta, kendi değerlerimiz her gün yavaş yavaş öldürmekte…

Bir dönüş gerek… Aslımıza doğru bir dönüş… Medeniyetin, şehirleşmenin en ücra köyümüze kadar gireceği, insanımızı doğduğu yerde doyuracak bir ekonomik yapıya dönüş gerek. Milli ve manevi değerlerimize sahip çıkarak öncelikle aile içindeki bireylerin, sonra akrabaların ve sonra komşuların ve hâsıl tüm insanımızın birbiriyle kenetlendiği, derdiyle hem dert olduğu, sevinciyle neşelendiği bir dönüş gerek…

Sıladan gurbete doğru akan bu insan selini durduracak, ekonomik sıkıntıların insanlarımızı zorunlu bir tehcir misali göçe zorladığı bu trajedinin, bu göç furyasının yerini üreten ve ürettiği ile geçimini ve geleceğini kazanabilecek, başı dik, alnı ak ve kendine güvenen insanlarımızın yaşayacağı yarınların gelmesi için bir şeyler yapmak gerek…

Asrı gurbet insanlarımızı tüketmemeli artık… Garipliklerin, yabancılıkların, dışlanmaların yerini özgüvenin aldığı günler gelmeli artık…

Gurbetin acıları, sılaya vuslat ile son bulmalı artık…
( “ Bir Yiğit Gurbete Gitse… ” başlıklı yazı Halit YILDIRIM tarafından 15.01.2011 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.