Hüsn-ü Kuruntu
Gökyüzünde
tane tane süzülen kar taneleri, bedenimi pencerenin kenarında bırakıp bembeyaz
bir hayal kapısından içeri çektiler ruhumu. Zihnimde asla mırıldanamayacağım
sarhoş eden bir melodi ile sanki hipnoz olmuş gibi girdim bu bembeyaz ve
ihtişamlı hayal kapısından içeri. El değmeye kıyamayacağım beyazlıkta bulutlar
ve bulutların içerisinde dağılmış ömrüm duruyordu. Bir tarafta çocukluğum, bir
tarafta ergenlik yıllarım, ara ara görünen üniversite yılları ve toplamında
ben. Orada ilk bisiklete binişim var, hemen yanında gazoz kapaklarıyla oynamam,
biraz ilerde lisedeki matematik sınavım ve yanı başımda üniversiteye başladığım
o güneşli gün. İlerde beyaz bulutların arasında üzerimde yeşil kısa kollu
fanilamla askerde, sabah eğitimindeyim. Bu ilk otomobilim, şu yazdığım ilk
şiir. Nasıl bir hayal, nasıl bir huzur yazabilmemin imkânı yok.
Sık sık
tekrarlanır oldu bu dalıp dalıp gitmeler. Belki kar taneleri, belki yağmur
damlaları ve belki de eski bir şarkının nağmeleriyle geçmişe uzanmalar, hayal
dünyasına seyahatler. Daha sık sızlar oldu burnumun direği ve ağlamaya daha çok
yaklaştım gibi. Bir zamanların acı patlıcanını kırağı mı çalıyor ne? Erkek adam
ağlamaz sözüne en çok ben inanmıştım oysa. Lise yıllarımda yumurta topuk
ayakkabının ökçesine beyaz çoraplarla basıp beyaz gömleğimin bağrını açmak ve
elimdeki kehribar tespihi şıkır şıkır sallamak en çok benim hoşuma gitmişti. Sahi
ne oldu o beyaz gömleğe, ne oldu o ütülü siyah kumaş pantolona ve simsiyah
yumurta topuk ayakkabılara? Her şey ve herkes gibi onlarda dar gelip
kaldırıldılar mı yoksa? Belki de şair
haklıydı ;’’ Romantik şiddet diye bir şey vardı bir zamanlar, şimdi tüm
şiddetler öküzlemesine..’’
Zamanın içinde
yitirilen ben miyim diye düşünürken bir tokat gibi karşıma çıkıyor yaşlanmak.
Saçlarımda çoğalan beyaz telleri saymaysak, yılların yüzüme attığı çizgileri (ve
eskisi kadar seri koşamasam da artık) henüz delikanlı çağımda sayıyordum
kendimi. Bu dalıp dalıp gitmelerin, durduk yere burun direği sızlamalarının,
daha düşünceli, daha saygılı, daha kibar, daha ağır, daha yavaş, daha kırılgan
ve daha heyecansız olmaların nedeni yaşlanıyor olmam mı? Sokakta oynayan
çocukların gözünde ağabeylikten amcalığa terfi etmem bu yüzden mi? Önceden
kıraathanelere sığamazken, gazete okuyan yaşlıları sıkıcı bulurken şimdi
gazetemi alıp kıraathanelere sığınmam da mı bu yüzden? Ya fazla tuzlu, fazla
şekerli, fazla yağlı yiyemiyor olmam? Hiç bitmeyecekmiş gibi görünen gençliğin
sonlarına mı geldim diye soruyorum kendime. Her şey bu kadar mıydı, filmin
güzel yerleri burada bitti mi? Delikanlılık denilen bahar bu kadar kısa mıydı?
El değmeye kıyamadığım bulutlar önce griye, sonra koyu griye ve en sonunda
siyaha dönüşüyor. Saçlarım dökülmüş, gözümde şişe tabanı gözlükler, göbeğim
çıkmış bir hayli, takma dişlerim, elimde bastonum köşemde oturmuşum. Bu bir
kâbus olmalı. Yağsın yağmur yağsın, siyah bulutlar beyaza dönsün.
Kar yağışı
yoğunlaşıp her yer bembeyaz olduğunda; hayallerden ve geçmiş anılarından
uzaklaşıp penceremin kenarına dönüyorum tekrar. Zihnimde yaşlılık fikri elim
ayağıma karışıyor birden. Kendime bir bardak çay doldurup pencerenin kenarına
dönüyorum yeniden. Yaşlanmış olacağıma hala ihtimal vermiyorum. Hüsn-ü
kuruntudur deyip geçiyorum sonra, yazar hassasiyeti canım, şair duygusallığı
işte. Gözüm sehpanın üzerindeki gazeteye ilişiyor, alıyorum elime gazeteyi.
Belki kaçabilirim bu yaşlılık düşüncesinden. Gözlüklerim, nerede benim
gözlüklerim?
(
Hüsn-ü Kuruntu başlıklı yazı
MESUT ÇİFTCİ tarafından
27.02.2012 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.