Uzun yıllardan beri sessiz, sakin ve mütevazı bir yaşam süren insanların yaşadığı mahallenin; irili ufaklı taşlarla örülü duvarlarıyla, küçük büyük avlulara açılan ahşap kapılarıyla, hiç de özentili olmayan eski evleri; sanki ayakta durmak için birbirlerinden destek almak isterlermiş gibi, sırt sırtta vermiş vaziyette sıralanıp gidiyorlardı.
       Bizim evimiz çıkmaz sokağın en sonundakiydi.
       Çıkmaz sokağımızdaki evlerde kendimi bildim bileli, hep aynı aileler oturuyorlardı. Geçen uzun yılların doğal bir sonucu olsa gerek; burada yaşayanlar, sanki büyük bir evde oturan kalabalık bir aileyi andırıyorlardı. Sevinçlerini, üzüntülerini paylaşıyorlar ve pek çok konuda birbirlerine destek olmaya çalışıyorlardı.
       Bazen yaramazlık yapan çocukları yüzünden tatsızlıklar yaşadıkları, atıştıkları oluyordu tabii… Fakat bunlar kısa zamanda unutuluyor ve mahallede olağan gidişat devam edip gidiyordu.
 
       Bir zaman sonra, bu durumun sonsuza dek böyle devam etmeyeceğinin sinyalleri belirmeye başladı. Şehir hayret edilecek bir şekilde, hızla büyüyor ve sekiz on katlı modern binalarda yaşayan insanların sayısı da her geçen gün artıyordu. Artık geriye dönüşün asla mümkün olamayacağı bir yola girilmişti. Şehir, o eski havasını ve görünümünü tamamen kaybediyor; sanki farklı bir kimliğe ve çehreye bürünüyordu.
       Asıl şaşırtıcı olan ise; insanların da bu değişim rüzgârlarına karşı ayak diremeyip, tam bir teslimiyet içinde kendilerini onun kollarına bırakmış gibi görünmeleriydi. 
                                                                                                                         
      
        İşte ben, tam bu sıralarda yirmili yaşlarıma girmiştim. Başkentteki üniversite öğrenimimin üçüncü yılı da sona ermişti. Okulumuzun yaz tatiline girmesiyle birlikte; hiç vakit kaybetmeden doğup büyüdüğüm şehre, mahallemize döndüm. Çok sevdiğim aileme,  yakınlarıma kavuşmaktan dolayı, kalbim tarifsiz bir sevinçle doluydu. Kısa bir zaman için bile olsa; ailemle birlikte olma düşüncesi beni çok mutlu ediyordu. 
        Mahallede geçirdiğim birkaç gün sonunda, önemli bir değişiklikle karşılaşmamıştım. Görünürde her şey eskiden nasılsa öyle gözüküyordu. Ya da ben öyle sanıyordum.  
                  
        Birkaç gün sonra yanıldığımı anlamakta gecikmedim.  Aslında mahallemizde önemli bir değişiklik olmuştu. Hem de yanı başımızdaki evde… 
        Yıllardan beri komşumuz olan Sarı Mehmet Amca ve ailesi apartmana taşınmışlar, ardından da evlerini yabancı bir aileye kiraya vermişlerdi. Doğrusu daha ilk anda yeni kiracıları gözüm tutmamıştı. Bilmediğim bir nedenden dolayı, onlara içim ısınmamıştı.
        Şehre yaklaşık dört yıl önce göçmüşler ve birkaç mahalle değiştirdikten sonra, yanı başımızdaki bu eve taşınmışlardı.
        Anne, baba ve iki çocuktan oluşan küçük bir aile… Çocuklardan biri oğlan, diğeri de kız… Oğlan on üç on dört yaşlarında; yabani kılıklı, kara kuru bir şey... İsmi Ali’ymiş. Kız ise daha çok küçüktü, beş altı yaşlarında gözüküyordu. Baba, tır şoförlüğü yaptığı için;  uzun seyahatlere çıkıyor, ancak ayda birkaç gün eve uğrayabiliyordu. Evin idaresi, çocukların bakımı hep genç annenin üstündeydi.
        Ali, her hangi bir okula devam etmediği gibi, bir işte de çalışmıyordu.  Hatta ilkokulu bitirdiğinden de şüpheliydim. Genelde kendisi gibi ayak takımından olan arkadaşlarıyla, sabah akşam gezmedik dolaşmadık yer bırakmıyorlardı. 


       Günlerden bir gün evde oturmuş, televizyondan bir film seyrediyordum. Bir ara sokaktan yükselen bağırışlar dikkatimi çekti. Neler olup bittiğini anlamak için acele ile dışarı fırladım. Gördüğüm manzara hiç de iç acıcı değildi.
       Yeni komşumuzun oğlu Ali, mahalleden birkaç çocukla kıyasıya bir kavgaya tutuşmuştu. Çocuklar, ondan yaşça küçük oldukları için; güçleri yetmiyor, karşılık veremiyorlardı. O da bu sayede, onları öldüresiye dövüyordu. Öyle ki, bir ikisinin ağzı burnu kan içinde kalmıştı.
       Elbette ki, gördüğüm manzara karşısında olan bitene ilgisiz kalmam beklenemezdi. Kavgacıları ayırmak için üzerlerine giderken, bir yandan da Ali’ye sesleniyordum.
       -- Ali yapma! Dövme çocukları! Diye.
       Fakat Ali, beni duymamış gibiydi. Ya da önemsemediğinden olacak, hiç oralı olmadı.  Aksine çocukların yakalarına daha sıkı yapışıyordu.
       Yanlarına varınca Ali’yi tutup çocuklardan ayırmaya çalıştıysam da, ilk anda buna muvaffak olamadım. Kendini kavgaya öylesine kaptırmıştı ki; adeta gözleri yuvalarından çıkacak gibiydi.
       Öfkeli bir şekilde:
       -- Bırak beni! Dedi. Köpek soylarını geberteceğim.
       Bu yaşta bir çocuktan böyle bir karşılık beklemediğim için; kısa bir an şaşkınlık yaşadıktan sonra, Ali’yi çocukların üzerinden çekip aldım. İster istemez benim de sinir katsayım yükselmişti:
       -- Kendinden küçük çocukları dövmeye utanmıyor musun? Dedim.
       Ağzından tükürükler saçarak cevap verdi:
       -- Sana ne? Sen ne karışıyorsun?
       Anlaşılan bu çocuk tam bir baş belasıydı. Sözden anlayacak bir karakteri olmadığı belliydi. Suratına okkalı bir tokat çarpmak için elimi kaldırdıysam da, son anda sinirlerime hâkim olarak bundan vazgeçtim. Zaten dayak yiyen çocuklar da fırsattan istifade ederek, sağa sola kaçışmışlardı. Ali’yi serbest bıraktım.  Fakat O, hala küfürler edip söyleniyordu.
       Bu esnada kavganın gürültüsünü işitenler, sokağa dökülmüşler,  merakla bakışıyorlardı. İçlerinden biri de annemdi. Annem yanıma gelerek kolumdan tuttu.
       Endişeli bir sesle:
       -- Tamam, oğlum gel… Sen, karışma artık! Dedi.
       Ben, öfkeden kıpkırmızı olmuş bir halde eve girdim. Ali ise, halen sokakta bağırıyor, tehditler savuruyordu. 
       Kavganın çıkış nedenini bilmiyordum. Belki de başlangıçta Ali haklıydı. Fakat az önce yaşadıklarım, onun hakkında olumlu düşünmeme mani oluyordu. Ali’nin aşırıya kaçan davranışları beni çok üzmüştü. Bana kalırsa, Ali’nin kavgacı tutumu bir nebze de olsa affedilebilirdi fakat büyüklerine karşı olan saygısızlığı asla affedilemezdi. O, aile terbiyesinden yoksun olarak yetiştirilmiş, saygıdan ve sevgiden bihaber bir çocuktu. İleride topluma yararlı, iyi bir insan olamayacağı düşüncesi beni gerçekten üzüyordu.
       Biraz önce yaşadığım tatsız olayın stresini bir an önce üzerimden atabilmek için; onun hakkındaki düşüncelerimi, anneme anlatarak duygularımı paylaşmak istedim. 
       Anneme, içimden gelen bir hisle:
       -- Bu çocuğun sonunu hiç de iyi görmüyorum. Hiç gecikmez bunun başına kötü bir şey gelir. Fazla yaşamaz… Dedim.

                                                                          …

       Birkaç hafta sonra bir akşamüzeriydi. Evde bunalınca, biraz gezip dolaşmak için sokağa çıktım. Gündüz yağan yağmur, havada tatlı bir serinlik bırakmıştı. Yerler hala nemliydi, topraktan insanın içine huzur veren bir koku yayılıyordu. Derin bir nefes alarak havanın o güzel kokusunu zevkle ciğerlerime doldurdum. Ellerimi pantolonumun ceplerine sokup, mutlu bir halde yürümeye başlamıştım ki, sokağın başında bir kadınla erkeğin hararetli bir şekilde konuştuklarını gördüm. Yanlarına yaklaşınca kadının Ali’nin annesi olduğunu fark ettim fakat adamı daha önce hiç görmemiştim.
       Adam, orta yaşlarda biriydi.  Ali’nin annesine bir şeyler anlatıyordu. Kadınsa gayet sakin bir yüz ifadesiyle onu dinliyordu. 
       Biraz daha yaklaşınca neler konuştuklarını anlamaya başladım. Benim varlığım onların tutumlarında herhangi bir değişiklik yaratmamıştı.
       Adam, bıkkın ve çaresiz bir sesle, şöyle diyordu:
       -- Bacım, bisikleti dükkânın önünden alıp gitmiş… Ali’yi bisikleti götürürken görenler var.
       Buna karşılık kadın ilgisiz bir tavırla:
       -- Valla, kardeşim iyi güzel söylüyorsun ama boş konuşuyorsun. Benim oğlum öyle bir şey yapmaz. Onun aldığını kim söylüyorsa, iftira ediyor. Boşuna günahını alıyor…
       Fakat adam, boş laf konuşmadığından emin gibi görünüyordu. Kolay pes edeceğe de benzemiyordu:
       -- Ben yalan söylemiyorum. Sadece birileri söylediği için de onu suçluyor değilim. Onun aldığından adım gibi eminim. Kocanla tanışıklığımız olmasa, şimdiye kadar çoktan karakola gidip şikâyetçi olmuştum.
       Kadın, adamın konuşmasını soğukkanlılığını hiç kaybetmeden dinliyordu. Kadın:
       -- Valla, sen bilirsin, istiyorsan git şikâyet et. Olmayan bir şeyi sana nereden bulup versin… Akşama doğru eve geldi, gitti. Yanında bisiklet falan da yoktu. Dedi.
       Adam, ne kadar çabalasa da eline bir şeyin geçmeyeceğini anlamış olacak ki; çaresiz bir halde boynunu bükerek son bir kez daha şansını denemek istedi:
       -- Sen yine de geldiğinde iyice bir sor. Ben yarın yine uğrarım.  Dedikten sonra, kadının cevabını beklemeden yanından ayrıldı. Adam uzaklaşırken hala kendi kendine söyleniyordu.
       Bir süre sonra sarı solgun sokak lambaları da adamın siluetini gösteremez olmuştu. Kadın ise, olduğu yere çivilenmişçesine kıpırdamadan duruyor, adamın uzaklaşıp kayboluşunu seyrediyordu. Adamın gittiğinden emin olunca, mahalle camisinin bulunduğu yöne doğru birkaç adım attı. 
        Ve alçak bir ses tonuyla: 
        -- Ali artık çıkabilirsin… Adam gitti, haydi acele et!  Diyerek seslendi.
        Bu seslenişten sonra; caminin karanlıkta kalan duvarının köşesinden, bir karaltı halinde Ali beliriverdi.  Elinde kocaman bir bisiklet tutuyordu. Bisikleti yanında sürüyerek annesinin yanına geldi. Sanki iyi bir iş becermiş gibi, gülümseyen bir yüz ifadesi vardı.
       Alay eden ve küçümseyen bir tavırla:
       -- Neler anlatıyordu, enayi! Dedi.
       Annesi olan biteni önemsemeyen, kaygısız bir havadaydı:
       -- Karakola şikâyet edecekmiş de… Falan filan işte… Boş ver kafana takma!
       Ana oğul başkaca bir şey konuşmadan evlerine girdiler. Bense tesadüfen tanık olduğum bu manzara karşısında, adeta olduğum yerde dondum kaldım.

                                                                         …

                    
       Yaz tatili, nasıl geçtiğini anlamaya fırsat olmadan geçip gitti. Ve ben de okuluma döndüm. Bu yıl son sınıfa başlıyordum. Geçen yılların sonucunda artık, okula iyiden iyiye alışmıştım. Fakat yinede ilk hafta, tatilin verdiği sarhoşluğu üzerimden atmaya çalışmakla geçti.
        Zamanımın çoğu ders çalışmakla geçiyordu. Ancak hafta sonları dinlenmeye fırsatım oluyordu. İlerleyen haftalar da dersler, daha da ağırlaşmaya başlamıştı.  Ardından sınavlar da başlayınca günlerin nasıl geçtiğini anlayamaz olmuştum. Sanki günler haftaları, haftalar da ayları kovalıyor gibiydi. Zaman hızla akıp gidiyordu.
        Oldukça yoğun geçen ilk dönemden sonra, yarıyıl tatili gelip çattı. Ve ben de tatili geçirmek üzere eve döndüm.


        Eve dönüşümden birkaç gün sonra bir şey dikkatimi çekti. Yan komşumuz olan kiracıların sesi soluğu çıkmıyordu. Mahallede geçirdiğim birkaç gün içinde Ali’yi de görememiştim. Sonunda merakımı yenemeyip anneme sordum.
        Annem üzüntülü bir sesle:
        -- Oğlum, sana söylememiş miydim?  Ali öldü! Daha doğrusu arkadaşları tarafından öldürüldü. Dedi. 
        Annemin sözleri karşısında hayretler içinde kaldım…  Duyduklarıma inanamadım ve emin olmak için yeniden sordum: 
        -- Anne, sen neler söylüyorsun? Şaka, falan mı? 
        Annem, gayet ciddi bir yüz ifadesi takınarak:
        -- Böyle şaka olur mu, canım? Genç yaşta öldü, gitti zavallı çocuk... Dedi. 
        Ve hemen ardından başkaca bir şey sormama fırsat vermeden anlatmaya başladı…
        “Meğerse Ali, birkaç arkadaşıyla birlikte bir çete kurmuş… Çetenin ‘elebaşı’ da oymuş… Bir mahalle bakkalından yüklü miktarda mal çalmışlar fakat çaldıkları malları aralarında paylaşırken anlaşmazlığa düşmüşler. Ali, çetenin ‘elebaşı’ olduğu için; kendisinin iki hisse hakkı olduğu konusunda, inatla ısrar etmiş... Tabii, bu durum diğerleri tarafından hiç de hoş karşılanmamış... Ve aralarında anlaşarak, Ali’yi tuzağa düşürmüşler ve acımasızca katletmişler. Kafasına yediği bir taş darbesi Ali’nin sonunu getirmiş. 
       Emniyetin araştırmaları sonucunda, çete üyeleri yakayı ele vermişler… Ali’yi öldürdüklerini de soruşturmalar sırasında itiraf etmek zorunda kalmışlar. Cesedi gömüldüğü yerden çıkaran polisler, otopsiden sonra ailesine teslim etmişler…”
                 
        Annem, tüm bu olup bitenleri anlatırken;  ağzım açık bir vaziyette,  dikkatle dinliyordum. Dahası; olayı manşet yapan yerel bir gazeteyi, annem komşulardan birinden alıp getirdi. Her şey gazetenin baş sayfasında en ince ayrıntısına kadar anlatılıyordu. Üstelik Ali’nin fotoğrafı da, acı akıbetini gözler önüne seriyordu.
        Annem, başkalarının işitmesinden korkar gibi,  fısıltıyla:     
        -- Oğlum, sen söylemiştin! Hayret... Olacakları nasıl da bildin? Dedi.
        Bense, bu soruya cevap verecek gücü kendimde bulamadım. Çünkü kafamın içinde cevabını bilemediğim, pek çok soru işareti vardı.
        Yalnız, emin olduğum tek şey… 
        İçimden bir ses, sürekli şu kısa cümleyi haykırıyordu:
        “Keşke, yanılmış olsaydım!”

Yaşar Beyindik

( Elebaşı başlıklı yazı y.beyindik tarafından 13.08.2012 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.