Kentin kenar semtlerinden olan mahallenin çocuklarına, bu öğleden sonra adeta yeniden gün doğmuştu. Pek çoğunun bakımsızlıktan harabeye dönmeye başladığı eski evlerden oluşan mahallenin sokaklarında, çocukların sevinç çığlıkları yankılanıyordu. Doğrusu kerataların keyiflerine diyecek yoktu.
Belediyenin fen işleri çalışanları, farkında olmaksızın onlar için bir oyun ve eğlence kaynağı yaratmışlardı. Yağmurlu ve karlı havalarda çamurdan geçilmeyen yollar; artık taşlarla döşenecekti ve bu iş için kullanılmak üzere getirilen kumlar, yollara belli aralıklarla dökülmüştü.
Böylece çok sayıda kum tepecikler oluşmuş; işçilerin öğle paydosu vermelerini fırsat bilen çocuklara da eğlence çıkmıştı. Neşe ile bağıran, gülüşen çocuklar; tepeciklerin üzerlerine çıkıyorlar, kumları havaya savuruyorlardı. Kimileri de çeşitli şekiller vermeye çalışarak, ellerini nemli kumların serin derinliklerine daldırıp çıkarıyorlardı. Elbiseleri, kafaları, gözleri tozun toprağın içinde kalıyordu fakat onların buna aldırdıkları yoktu.
Bu sırada yolun yukarısından onlara doğru gelmekte olan bir adam hiç birinin dikkatini çekmemişti. Adam yanlarına iyice yaklaşınca çocuklardan birine seslendi.
Sesinde ikna edici, tatlı bir samimiyet ifadesi vardı:
-- Oğlum, biraz buraya gelir misin? Sana bir şey soracağım…
Adamın seslendiği çocuk; dokuz yaşlarında, kısa saçlı, zeki bakışlı afacan bir oğlan. Oyuna kendini öylesine kaptırmış ki, önce adamı fark etmemiş gibi davranıyor fakat aldığı terbiyeden olsa gerek; saygısızlık yapmak da istemiyor. Nemli kumların üzerinden kalkıp pantolonunu eliyle silkeledikten sonra adamın yanına gidiyor.
Hiç tanımadığı adama isteksizce:
-- Efendim amca… Ne soracaksın? Derken, bir yandan da adamı tepeden tırnağa meraklı bakışlarla süzüyordu.
Karşısında kırkını geçmiş; uzun boylu, hafif göbekli, fazla giyilmiş ama temiz görünen gri takım elbiseli bir adam. Ayaklarında sivri topuklu siyah iskarpinler. Başında kocaman fötr şapka. Geniş suratlı, tombul yanaklı. Yanaklarına doğru yayılan palabıyığı neredeyse dudaklarını da kaplıyor. Kalın parmaklı sol elinde; iri taneli rengârenk boncuklardan oluşan tespihi, çektikçe şak şuk ses çıkarıyor…
Mahalle halkına aykırı düşen; yabancı, farklı bir tip…
Yabancı adam tatlı bir sesle çocuğa soruyor:
-- Söyle bakalım senin adın ne?
Çocuk şaşkın, tereddütlü. Galiba, “Bu adam benim ismimi öğrenmekle ne yapacak?” diye düşünüyordu. Şaşkınlığı biraz geçince:
-- Benim adım Yusuf… Diye cevap vermekten de çekinmiyordu.
-- Babanın adı ne? Diye soruyor bu sefer adam.
-- Mustafa…
-- Annenin adı ne?
-- Fatma…
Sanki adamla çocuk arasında bir soru cevap oyunu başlamıştı artık. Bir türlü soruların ardı arkası kesilmiyordu. Yusuf ise halinden bir hayli memnundu aslında.. Bu yeni oyundan oldukça hoşlanmış görünüyordu. Hani haksız da sayılmazdı… Ne de olsa soruların hepsini biliyor, anında ve isabetli cevaplar veriyordu.
Yabancı, bıkmaksızın sorularına devam ediyordu:
-- Yusuf, senin baban ne iş yapar? Nerede çalışır?
Adamın sorduğuna da bak.. Bunu bilmeyecek ne var? Hemen bir solukta cevaplıyor:
-- Benim babam belediyede çalışıyor, atölyede ustabaşı. Onun elinden her iş gelir. O yüzden arkadaşları ona Arçelik derler.
Adam soruyor, çocuk cevap veriyordu. Sonunda çocuk bu oyundan sıkılmaya başladı.“Bu adam da çok meraklı, ne çok soruyor!” diyordu içinden. Bu durumu adam da fark etmiş olacak ki, gayet memnun bir ifade ile:
-- Hangi evde oturuyorsunuz? Diyerek son sorusunu sordu.
Çocuk bunu da iyi bildiği için, eliyle göstererek:
-- Evimiz şu sokağın içerinde… Dedi.
-- Haydi gidelim.. Bana evinizi göster…
Çocuk önde bilmiş tavırlarla yürüyor, adam da ardından onu takip ediyordu. Bu halde yürürlerken adamın şak şuk eden tespihinin sesi gayet net bir şekilde işitilebiliyordu. Kısa bir yürüyüşten sonra sokağın başına vardılar. Yusuf,
-- Karşıdaki ev… Diyerek, sokağın içindeki kapılardan birini gösterdi. Adam,
-- Tamam… Şimdi anneni çağır bakayım…
Yusuf, adamın bu sözleri üzerine biraz terslenir gibi oldu:
-- Annemi ne yapacaksın?
Adamın kendine olan güveni tam… Hiç bozuntuya vermiyor:
-- Sen merak etme! Ben babanın yanından geliyorum… Annenle konuşmam lazım…
Bu sözler Yusuf’u ikna etmeye yetmişti. Hafiften gülümsedi:
-- Ha… O zaman başka! Sen burada bekle, ben hemen çağırayım. Dedi ve koşar adımlarla kapıdan içeriye girdi.
Az sonra orta yaşlarda, beyaz tül eşarplı bir kadın, Yusuf’ la birlikte kapıda belirdiler. Kadın, hiç beklenmediği bu ziyaretten dolayı oldukça meraklanmıştı. Bu merakı sesinin tonuna ve bakışlarına da yansıyordu:
-- Kardeş, beni çağırtmışsın. Ne diyeceksin?
-- Fatma Abla ben belediyeden geliyorum. Mustafa Ağabey beni size gönderdi.
-- Eee… Peki… Kadın ilgi ile dinliyordu, tabii Yusuf da.
Adam sözlerine devam etti:
-- Mustafa Ağabey kışlık peynir aldı. Bana da rica etti. “ Fatma yengene git, bir kap versin al gel!”, dedi.
Kadının şaşkınlığı hala geçmemişti. Sordu:
-- İyi de… Her vakit teneke ile Edirne peyniri alır, kendisi getirirdi. Hiç haberimiz yoktu. Bu da nereden çıktı?
Cevap hemen hazır:
-- Haklısın… Aslında tesadüfen oldu. Ortak bir arkadaşımızın yakınları köyden getirmişler. Köy peyniri… Valla bir görsen; çok yağlı, pek de lezzetli… Fiyatı da çok uygundu, kaçırmak istemedik.
Büyük bidonlarda olduğu için beş arkadaş birleşip aldık, bölüştük. Bu yüzden de kap lazım oldu.
Kadın hala ikna olmuyordu:
-- Peki, kendi niye gelmedi?
-- Yenge, biliyorsun bu sıralar işleri çok yoğun… Gelmek istedi ama izin alamadı. Belki akşama da geç gelebilir, dedi.
Kadın kararsız bir halde düşünürken o, son noktayı koymaya hazırlanıyordu:
-- Biraz acele etsen! Daha benim eve gidip oradan da kap alacağım.
Kadıncağızın kafası iyice karışmıştı. Adamın sabırsızlandığını da görünce:
-- Sen hele biraz bekle… Dedi ve içeri girdi.
Az sonra elinde orta boy plastik bir leğenle geri döndü.
-- Bu olur mu? Diye sordu.
Adam alaycı bir tavırla:
-- Hiç olur mu bu? Kaç kilo peyniri nasıl alacak? Döke saça…
Kadın adamın siteminden utanarak:
-- Olmaz, öyle mi? Çok mu küçük?
Adam ona cevap vermedi. Bunun yerine kaşlarını yukarı kaldırmakla ve başını iki yana doğru olumsuz bir şekilde sallamakla ne düşündüğünü gayet güzel ifade edebilmişti.
Bu arada komşu evlerden çıkan birkaç kadın, sesleri duymuşlar ve yanlarına kadar sokulmuşlardı. Ne olup bittiğini anlamaya çalışan küçük bir kalabalık vardı artık çevrelerinde… İçlerinden en önce gelen yaşmaklı, eli bastonlu yaşlı bir kadındı. Yaşlı kadın daha fazla dayanamadı, mevzuya dahil oldu.
-- Fatma, kız neler oluyor? Hayırdır inşallah… Deyiverdi.
-- Hatice Nine, bizim bey peynir almış da onu koymak için bir kap istemiş…
-- İyi ya… Öyleyse sen de ver bir kap gitsin… Adamcağızı ne diye oyalıyorsun?
Hatice Nine’nin sert bir yüz ifadesi takınarak söylediği sözlerine, Fatma Hanım, biraz kırılmıştı ama bozuntuya vermedi. Elinde tuttuğu plastik leğeni gösterdi:
-- Bu olmazmış… Ben de ne vereceğimi bilemedim.
-- Kız düşündüğün şeye bak! Aklın nerede? Kocaman bakır leğenin var ya, onu versene…
-- Yok, yok! Onu veremem! Aslında aklıma gelmedi değil… Başına bir iş gelirse diye korktum. Hem daha yeni kalaylattım… Ağır olduğu için taşıması da zor olur.
Yabancının sabrı tükenmek üzereydi fakat yine de vazgeçmeye niyetli görünmüyordu:
-- Fatma Abla ben onu sırtımda taşımayacağım ki, bir araba tutar onunla götürür getiririm. Sen merak etme! Ona gözüm gibi bakarım…
Hatice Nine duramadı, yine söze giriverdi:
-- Canım koskoca adam, çocuk değil ya! Kız Fatma sen de çok vesveselisin…
Başka bir komşu kadın:
-- Benim oğlan evde boş boş yatıyor… Bizim el arabasıyla götürür getirirsiniz. Hem ona da iş çıkmış olur. Sevinir garip… Üç beş kuruş verirsiniz… Deyince bu fikir, nedense ilk anda adamın hoşuna gitmemiş gözüktü. Fakat sonradan ne düşündüyse, dudak bükerek:
-- Olabilir! Benim için de iyi olur, dedi.
Biraz sonra komşunun yarım akıllı oğlu Ahmet de uyandırılmış; neler olduğunu anlamaya çalışırken, yük arabasını da çıkarmış başında beklemeye başlamıştı. Fatma Hanım da ikna edilince iş tamam oldu. Bakır leğen getirildi, arabanın üstüne kondu. Güneşin ışıkları üzerine düştükçe göz alıcı bir şekilde ışıl ışıl parlıyordu.
Adam, iş çıktığı için sevinen Ahmet’e kendinden emin bir insanın tavrı ile seslendi:
-- Sür bakalım Ahmet Efendi, yolumuz hayli uzun…
Sokağın başına kadar çıkan kadınlar, onlar giderlerken arkalarından bakıyorlardı. İçlerinden biri hayret dolu bir sesle:
-- Belediye o tarafta değil ki, bunlar ters yöne gidiyorlar, dedi.
Fatma Hanım, içinden ona hak vermekle birlikte, bildiği bir şey olduğu için buna fazla şaşırmamış gözüktü:
-- Adamın evi o tarafta olmalı! O da peynir almış, kendisi ne de kap aldıktan sonra belediyeye geçecekler herhalde... Dese de, bir parça endişeli olduğu gözlerinden okunabilirdi.
Adam ile Ahmet gittikten sonra, kadınlar evlerine dönmek için acele etmediler ve fırsattan istifa de ayaküstü sohbet etmeye koyuldular…
Aradan on ya da on beş dakika geçmişti ki; Ahmet’in arabasıyla birlikte geri gelmekte olduğunu gördüler. Yabancı adam ise yanında yoktu. Delikanlının gelişi normal değildi ve tuhaf bir görüntüsü vardı. Sanki arkasından bir ordu kovalıyordu. Arabasını itekleyerek... Tozu dumana katarak... Çıldırmış gibi koşturarak geliyordu. Bu nasıl geliş di öyle…
Kadınlar, şimdi telaşlı ve meraklı bir bekleyiş içinde kalmışlardı. Ahmet soluk soluğa yanlarına gelip yere yığılınca, telaşları daha da arttı. Ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Telaşlarının yerini endişe ve hayret dolu sesler alıyordu.
Artık her kafadan bir ses çıkıyordu:
-- Ne oldu oğlum?
-- Bu halin ne?
-- Bayıldı herhalde… Hayırdır inşallah!
-- Çocuk deliye dönmüş! Diyorlardı.
Ahmet’i apar topar vaziyette, duvarın dibindeki büyük taşın üstüne oturttular. Su ve kolonya getirdiler. Gözleri kocaman açılmış olan delikanlının zaten kıt olan aklı tamamen uçmuş gibiydi. Titrek elleriyle tuttuğu bardaktaki suyu, bin bir güçlükle içmeye çalışıyordu. Terden ıslanan gömleği, dökülen sularla daha da sırılsıklam bir hal almıştı. Gerçekten acınacak bir haldeydi. Buna rağmen bir şeyler söylemek için gayret ediyor fakat bir türlü beceremiyordu.
Sanki sayıklar gibi bir sesle:
-- Ah, çok korktum! Of, zor kurtuldum!
Tam cümle oluşturmayan; kısa, kopuk ifadeler kullanabiliyordu.
Fatma Hanım daha fazla dayanamadı:
-- Neler saçmalıyorsun? Söylesene… Ne oldu?
Herkesten çok daha endişeli bir halde olan Ahmet’in annesi de:
-- Oğlanın hali mi kalmış? Sabırlı olun, kendisine gelsin! Dedikten sonra, elindeki bardağı şefkatle oğluna uzattı.
-- Bir yudum daha iç!
Delikanlı uzatılan bardağı aldı, tepesine dikti. Bu sefer yarıya kadar içti. Birkaç kez derin derin nefes aldı. Eline, yüzüne yeniden kolonya sürdüler... Şimdi biraz ferahlamış, kendine gelmişti. Kadınları daha fazla merakta bırakmamak için başından geçenleri anlatmaya başladı.
-- Adamla konuşa konuşa gidiyorduk. Mezarlığı geçerken birden durdu.
“-- Sen buradan geriye dön, ben yalnız gideceğim.” dedi. Ben şaşırdım.
“-- Hani peynir getirecektik”, dedim. Ben böyle söyleyince adamın suratı korkunç bir hal aldı. Aksileşti. Ceketinin altından kocaman bir bıçak çıkardı.
“-- Üsteleme, ne diyorsam onu yap!”dedi. Beni öldürecek sandım, çok korktum çok!
Fatma hanımın daha fazla beklemeye sabrı kalmamıştı. Endişeli bir sesle sordu:
-- İyi de, benim bakır leğenim nerede?
Ahmet, yaşadığı korkunç olayın etkisinden kurtulamamıştı. Korkunun izleri hala yüzünden okunuyordu:
-- Beni bırakınca hemen kaçtım. O da leğeni alıp gitti. Bıçağını bir görseydin o kadar büyüktü ki!…
Fatma teyze, onun son sözlerini duymamıştı bile; kendinden geçmiş bir halde, feryat figan etmeye başladı. Teskin edilme sırası şimdi ona gelmişti. Su ve kolonya koşturdular... Fakat o, bunlarla avunacağa benzemiyordu. Sokağın başına oturmuş; bir yandan feryat ediyor, bir yandan da dövünüyordu.
--Gitti! Komşular gitti! Güzelim bakır leğenim gitti! Hem de kendi ellerimle verdim. Ah ben ne akılsızlık ettim. Gitti! Gitti!
Fatma Hanım akşamı zor etti. Kocası gelince olan biten her şeyi anlattı. Mustafa Bey, hayretler içinde dinliyordu. Söyleyecek söz bulamıyordu. Elbette ki o da leğenin elden çıkmasına üzülmüştü fakat karısının üzüntüsü yanında onun ki çok hafif kalıyordu. Bu yüzden onu teselli etmek için çareler arıyordu.
-- Hanım, bu kadar üzülme gider yenisini alırız. Canın sağ olsun!
Hiçbir şey kadının yarasına merhem olmuyordu. İlle de leğenim diyor, başka şey demiyordu.
--Yenisini almak kolay mı? Onu bile ne hallerle almıştık, diyordu.
Yalnız Mustafa Bey’in kafasında cevabını bilemediği bir soru işareti vardı:
-- Benim anlamadığım, bu adam kimin nesi ve bizim hakkımızda bu kadar bilgiyi kimden öğrenmiş? Bir türlü aklım almıyor… Karısı:
-- Haklısın… Onu ben de anlamadım…
Baştan beri onları ses çıkarmadan ilgiyle dinleyen Yusuf da, olanlara çok üzülüyordu. Ezik ve mahcup bir hali vardı. Anne ve babasına baktı:
-- Ben söyledim! Dedi. İtiraf edince, onların üzüntülerinin bir nebze de olsa hafifleyeceğini sanıyordu belki de. Fakat umduğu gibi olmadı. Annesinin gözleri kızgınlıkla açıldı. Suratı kıpkırmızı oldu. Yusuf başına iş açtığını anlamakta gecikmedi ve anında savunmaya geçti.
-- Böyle olacağını bilemezdim ki… Dedi.
Neyse ki babası da ona destek çıktı:
-- O, daha bir çocuk! Tanımadığı biriyle konuşulmayacağını akıl edemez ki. Zaten yeterince üzgün görünüyor.
Annesi az çok sakinleşmişti fakat Yusuf kendini olduğundan daha küçülmüş ve alçalmış hissediyordu. O gece, bir daha tanımadığı insanlarla düşüncesizce konuşmayacağına yemin etti.
Gece olup yattıklarında Fatma Hanım hala olayın etkisindeydi. Rüyasında ‘güzelim’ Bakır Leğenini görüyordu. Ve sabaha kadar sayıklayıp durdu.
Sabah kalkar kalkmaz yine kocasına dertlenmeye başladı. Bu işin peşini bırakmaya niyeti yoktu. Büyük ihtimalle adam leğeni satarak paraya çevirmişti. Bunu da ancak Bakırcılar Çarşısı’nda yapabilirdi. Böyle düşününce kalbinde bir ümit ışığı yandı.
Kocasına:
-- Ben, Bakırcılar Çarşısı’na gideceğim. Leğeni arayacağım, dedi. Kocası da:
-- Pekâlâ, birlikte gidelim… Yalnız işten izin almalıyım, deyince, kadıncağız çok sevindi.
Öğleden sonra Bakırcılar Çarşısı’nda dolaşmaya başladılar. Bir dükkândan çıkıp diğerine giriyorlar fakat aradıkları leğeni bir türlü bulamıyorlardı. Orada yok, burada yok… Yok… Yok…
Saatlerce dolaşmaktan yorgun düşmeye başlamışlardı ki; bir dükkânın önünden geçerken Fatma Hanım sevinçle bağırmaya başladı:
-- Bak bey, işte benim leğen! Bak, bak orada! Demesiyle dükkâna dalması, karşı duvarda dayalı duran leğene sarılması bir olmuştu. Dükkân sahibi olup biteni anlayamamanın şaşkınlığı içinde bakakalmıştı. Kendine gelince:
-- Leğeni çok sevdin galiba, dedi. Satın almak mı istiyorsun?
Kadınsa aradığına kavuşmuş olmanın sarhoşluğu içinde:
-- Leğenimi buldum! Diyordu. Bu benim leğenim!
Dükkân sahibi endişelenmeye başlamıştı. Gülümsemeye çalışarak:
-- Tabii, tabii! Neden olmasın… Parasını verirsen tabii ki senin olur. Kadın:
-- Ne parası? İnsan kendi malına para verir mi?
Aradan birkaç ay geçti. Gündüz vakti kapı vuruluyordu.
Fatma Hanım, ‘Kim O?’ diyerek kapıya çıktı. Karşısında eli çantalı, resmi elbiseli bir polis memuru… İster istemez çekindi, biraz da korktu.
Polis:
-- Fatma Yılmaz’a bakmıştım, dedi.
-- Benim, ama neden soruyorsun? Kötü bir şey mi oldu?
Polis memuru aceleci davranıyordu. Onun sorularını cevaplamak yerine, çantasından çıkardığı sarı bir zarfı eline tutuşturdu.
-- Şunu al, şurayı da imzala, diyerek, küçük bir defter uzattı.
Kadın kendisine söylenenleri gayri ihtiyari bir şekilde yerine getirdi, fakat merakı da daha çok artıyordu. Elinde tuttuğu zarfı göstererek:
-- Bu zarfta neyin nesi? Kimden geliyor? Diye sordu.
-- Mahkemeniz var. Zaten her şey zarfın içindeki evrakta yazıyor. Ha, şunu da söyleyeyim. Sakın duruşmaya gelmezlik etmeyin. Hakkınızda iyi olmaz…
Hayatı boyunca mahkeme; hâkim, savcı görmemiş olan Fatma Hanım, adliyenin önünden bile geçmemişti. Ne yapacağını bilemez bir halde, polis memurunun ardından şaşkın bakakaldı
…