SERÇELER
Dicle’nin en ateşli günleriydi. Nevrozdan bir kaç gün sonra; bahar gelişini iyice hissettirirken, Mezopotamya’nın sonsuz ve bereketli yapraklarında kıştan kalma kar artık iyice erimeye başlamıştı. Dicle, yeni doğmuş bir bebek gibi çağlıyor, kendi kendine yetmiyor, on gözlü köprünün ayaklarını adeta dövüyordu.
Diyarbakır’da hüzünlü bir gün doğuyordu. Güneş, ufukta ağır ağır yükselirken şehrin buğday tenli sakinleri ötecek bir horoza ihtiyaç duymadan uyanıyor, kendi yaptıkları tereyağını yine kendi yaptıkları tandır ekmeğine sürerek kaçak çayla beraber yiyordular. Çocuklar, her yerde olduğu gibi daha gün ışır ışımaz gözlerini kırpıştırıyor, açlıklarını bastırmak için gizlice aşırdıkları kavurmaları ceplerine doldurdukları gibi Hevsel’e, Güvercin yakalamaya gidiyordu. Her gün tekrarlanan bu döngü, bu gün yine tekrar ediyordu…
Renas da bu bahsettiğimiz minik dünyalardan biriydi. Daha dokuz yaşındaydı o sabah erkenden uyandığında. Sekiz kardeşinin hiç biri uyanmamıştı. Kırk beşini çoktan geçmiş olan annesi, henüz on beş günlük bebeği Ruken’i emzirirken uykuya dalmıştı. Annesini hayranlıkla izledi Renas. Uyumasına rağmen bebeğine öyle bir sarılmıştı ki; sanki sekizinci değil ilk meleğini tutuyordu koynunda…
Kalktı, daha geçen gün babasının ona hediye ettiği pantolonunu giydi. Kazağını dün geceden çıkarmamıştı zaten. Mutfağa girdi. Annesinin dün sabah pişirdiği bir tandır ekmeğini ikiye böldü, bir yarısını pantolonunun arasına sıkıştırdı. Yavaşça çarıklarını giydi ve evden çıktı. Hevsel’e gidiyordu…
Daha önce kararlaştırdıkları gibi keçi burcunun altında onu bekliyordu; en iyi arkadaşı, kardeşi yunus… Yanına gitti, pantolonuna sıkıştırdığı tandır ekmeğini çıkardı, alelacele yediler. Sonra beraber Hevsel’e girdiler. Marulların arasına sakladıkları yeşil topu çıkardılar ve tüm hırslarıyla on gözlü köprüye koştular. O gün ilk defa bir çılgınlık yapacaklar, orda top oynayacaktılar…
Köprüye varmıştılar. Soluk soluğaydılar. Renas’ın masmavi gözleri Dicle’nin muhteşem manzarasına kilitlendi. Yüzlerce serçenin toplaştığı bir grup Dicle boyunca uçuyor baharın en güzel yaşandığı yerde kendilerine yer arıyordular. Şarapçılar ve evsizler henüz uyanmamıştılar köprünün ayakları dibinde…
İki kafadar biraz soluklanıp Dicle’nin sert sularını bir süre dehşetle izledikten sonra top koşturmaya başladılar. O gün onların en özgür günleriydi. Top uzun bir kavis çekerek Dicle’nin azgın sularına konana kadar…
O sırada özgürlüklerinin doruklarındaydılar. İkisi de kendilerine gelen topu izlediler:
“ben atlayıp topu alacağım.”diye mırıldandı. Akşam yiyeceği dayak umurunda değildi.
Yunus da onu onaylayıp:
“beraber atlarız” dedi.
“ olmaz.” Renas kızmıştı: “sen yüzme bilmezsin.” O sırada top köprünün altından hızla geçti. Renas gülümsedi. Kardeşine baktı:
“hadi, eyvallah.”
Koşarak köprünün diğer tarafından Dicle’nin azgın sularına atladı. Suya o kadar şiddetli çarpmıştı ki köprünün altında uyuyan iki şarapçı irkilerek uyanmıştı…
Bir süre suyla boğuştu Renas. Bir terslik vardı. Sonra suyla beraber sürüklenmeye başladı. Bir terslik olduğunu sezince bağırmaya başladı Yunus. Bir yandan da köprüden inip Renas’ın peşi sıra koşuyordu. Yunus’un ağlamasıyla iki şarapçı da yerlerinden fırlamıştı. Suya düşenin bir çocuk olduğunu yeni anlamıştılar. Biri yunus’a yetişti, onu itip kenara savurdu, koşup Renas’a yetişti. Suya atlayıp onu yakaladı. Uzun bir süre mücadele ettikten sonra kıyıya çıkartmıştı Renas’ı. Ama çocuğu kurtardığı için sevinmiyordu, hıçkırıklarına boğulmuştu sarapçı…
Yunus koşup kardeşine yetişti. Renas çıkmıştı çıkmasına, ancak ne topu yakalamıştı ne de ona dönüp gülümsemişti. Masmavi gözleri Dicle’nin üzerinde uçan serçelere kilitlenmişti. Serçeler gitti ama Renas uyanmadı…
O anı hiç unutmadı yunus. Ne olursa olsun, ne Renas’ın o donuk mavi gözlerini, ne o yeşil topu, ne hıçkırıklara boğulmuş şarapçıyı, ne de Dicle’nin bu hainliğini hiç unutmayacaktı…
En iyi arkadaşım, kardeşimin anısına…
Ben YUNUS ÖKLAV