Minareler süngü, kubbeler miğfer,
Camiler kışlamız, müminler asker,
Bu ilahi ordu dinimi bekler,
Allah-u Ekber, Allah-u Ekber
Yeni neslin “gezici
evlatları” bu şiiri pek hatırlamazlar hatırlamayacaklardır da… Ziya Gökalp’in
1912 yılında yazdığı bu asker duasını o zamanın İstanbul Belediye Başkanı Recep
Tayyip Erdoğan 12 Aralık 1997′de Siirt’te okuduğunda yer yerinden oynayacaktı.
Oysa bu şiir Milli Eğitim Bakanlığı tarafından okullarda çocuklarımız okusun
diye tavsiye edilmişti. Olsundu, tabiri caizse O’nu yemeye göz koyanlar, kurtla
kuzu hikâyesinde olduğu gibi “suyumu
bulandırma” sözü gereği fırsatı ganimete dönüştürme çabasındaydılar.
Derhal İstiklal Mahkemeleri’ne benzer mahkemeler kurulacak, “Hükmün infazına bilahare kararın
verilmesine” denilerek Recep Tayyip Erdoğan 10 ay hapse mahkûm edilecek
İstanbul Belediye Başkanlığı düşürülecekti. 26 Mart 1999 günü
Pınarhisar Cezaevine girecek ve cezasını çekerek 24 Temmuz 1999 günü binlerce
kişinin omuzlarında hapisten çıkacaktı.
O İstanbul aşığı adam, o Necip Fazıl Kısakürek’in 1963
yılında kaleme aldığı Canım İstanbul şiirini, Gecesi
sünbül kokan / Türkçesi bülbül kokan, / İstanbul, /
İstanbul... derken gözyaşlarına boğulan adam
tam 4,5 ay şiir okuduğu için hapiste kalacaktı.
Mahkemenin karar hükmü hayli ilginçti:
“Bu mısralarda
inanç birliğini ifade ettiğini ifade ettim diyorsa da, konuşmanın yapıldığı,
şiirin okunduğu tarihte Malazgirt Savaşının yıldönümü değildir. Türkiye bir
Haçlı ülkesi ile savaş halinde değildir. Türkiye'nin gerektiğinde görevini
yapan bir ordusu vardır. Peki bu şiirde kastedilen ordu, niye kime karşı?
Yukarıda açıklandığı gibi Türkiye'nin inanalar-inanmayanlar, laikler-laik
olmayanlar, şeklinde kamplara ayrıldığı ortamda laiklere karşı ve Anayasa'ya
göre laikliğin arkasında olan Milli Güvenlik Kurulu ve onun temsil ettiği
orduya karşı, ordu bize karşı ise de bizim camilerde kışlayan inananlar ordumuz
var, hiçbir şey sindiremez demeye getirmektedir...
Sanığın,
"Sözlerimizin sonuna geliyorum dikkatle dinleyin." diye dikkat
çektiği bölümde her devrin Firavunları ve Nemrutları olduğunu, bunun karşısında
Musa ve İbrahim'in olacağını, durum böyle olunca kutlu bir yolculukta
olduklarını, bu yolculuktaki engelleri aşa aşa gideceklerini, bu pislikleri,
pislik dolu yolları temizleyeceklerini söyleyerek Firavun ve Nemrut’la inançlı
insanların en çok duyarlı oldukları ve nefret ettikleri kendilerine karşı
olanların Nemrut ve Firavun olduklarını ima ile pislik olduklarını söyleyerek
din farklılığı gözeterek kendilerine inanmayanlar diye nitelenen laik
yurttaşları ve onların arkasında olan MGK üyeleri, üniversite hocalarını
kastederek kin ve düşmanlığa tahrik ettiği anlaşılmaktadır.” şeklindeydi. Yani alenen bir niyet
okuma söz konusuydu.
“Bu Şarkı
Burda Bitmez” adlı şiir kaseti
26 Mart 1999 yılında çıkacak, her ne kadar bedeni hapiste olsa da yüreği onu
sevenlerle birlikte şiirlerle atacaktı…
Öyle ki bu zamana kadar satılan
tüm şiir kasetlerinden bile kat be kat satış cirosuna ulaşacak, kaseti 1
milyonu aşkın CD ise 20 binden fazla satacak, herkes bir kez daha şaşıracaktı.
Necip
Fazıl Kısakürek'in “Zindandan Mehmet’e
Mektup”, Erdem Beyazıt'a ait “Sana,
Bana, Vatanıma, Ülkemin İnsanlarına Dair”, İbrahim Sadri'nin “Bizim Yaşadığımız” gibi şiirlerini
seslendiren Recep Tayyip Erdoğan, Nazım Hikmetten “Memleketim” şiirini de okumak isteyecek, ancak telif konusunda
herkes topu birbirine atacak, sonuç alınamayacaktı. Sanırım birileri Recep Tayyip Erdoğan’ın bu
şiiri okumasını istemeyecekti…
Kasetinde yedi şiir ve bir şarkıya yer verecek olan Recep
Tayyip Erdoğan, hapis cezası almasına neden olan Ziya Gökalp'in şiirini ise bir
başka bahara kadar okumayacaktı.
Müzik şirketi Ulus Müzik, “Erdoğan'ın kaset satışından kendisine düşecek payı, düşünce
suçlularına destek amacıyla kurulan bir derneğe bağışlama kararı aldığını”
söyleyecekti.
Daha
sonraları elde kalan 80 bin kasetten elde edilecek gelirin üçte birinin
Türkiye Yazarlar Birliği vasıtasıyla şehit aileleri dul ve yetimlerine verilmesini
şart koşacak ve bu şiir albümünden bir kuruş gelir almayacaktı.
Bu
ülkenin Başbakanı olduktan sonra da şiir okuyacak kâh duygulanacak kâh
ağlatacaktı. Kendisine şiir okuyan engelli bir kıza “Benden daha iyi şiir okudu.” diye taltif edecek Sultan-ı Şuara
olarak bilinene Necip Fazıl Kısakürek’i anma gecesinde gençlere, “Unutmayın sevgili gençler, Işık, Doğu'dan
yükselir. Sizler, büyük bir ecdadın mirasçılarısınız. Sizin başınız asla öne
eğik olmayacak, bizim rükû ve secdeden başka alnımız asla eğik olmadı ve yere
değmedi. Siz korkmayacaksınız, çekinmeyeceksiniz, tereddüt etmeyeceksiniz.
İnançlarınızdan dolayı, değerlerinizden dolayı utanmayacak sıkılmayacak geride
durmayacaksınız. Birileri barbarca yakıp yıkıyor diye pısıp geri adım
atmayacaksınız. Şiddet, silah, molotof, taş... Bunlar şu karşımda gördüğüm
gençliğin tarzı asla değildir ve olmayacaktır. Siz, her biriniz birer Necip
Fazıl olacaksınız, fikriniz, birikiminiz, tavrınız, edanızla, hak uğuruna dava
uğruna sabrınız ve sebatınızla birer Necip Fazıl olacaksınız. İşte o zaman
üstat Necip Fazıl'ın da vasiyetini yerine getirmiş olacaksınız" diye
seslenecek ve “Şairleri susmuş bir
millet, sevenleri toprak olmuş öksüz çocuk gibidir.” diye haykıran Mehmet
Emin Yurdakul’un mirasını üstad üzerinden gençlere emanet edecekti.
O
sadece bir Başbakan değildi… O şiir ikliminde yüreğini demlemiş, Mevlana’nın
dergâhında gönlünü eylemiş, Yunus’un lisanıyla söylemiş bir gönül eriydi…
Her daim yüzünde Hallacca bir tebessüm,
Hubeybce bir teslimiyet, Akifçe bir infilak, Fazılca bir isyan duracaktı.
Bir şair olarak ben böyle
bakıyorum Sayın Başbakanımıza… İnsanların nasıl baktığından daha ziyade onun ne
anlatmak istediğine odaklanarak…