Havada aşırı nem vardı. Bunaltıcı bir eylül sıcaklığı beni ve çocuklarımı evde zor tutuyordu. Öğle yemeklerini zar zor çocuklarıma yedirdikten sonra onların biraz hava alması için Gülhane Hayvanat Bahçesine götürmeye karar vermiştim. Çocuklarım hem lunaparkı, hem de hayvanları görme sevinci içindeydiler.
Pazar gününün
tatil olması, bir de havaların aşırı sıcak geçmesi insanları bunaltmış,
dışarıya çıkmasına neden olmuştu. Bizi götürecek olan otobüsler tıklım
tıklımdı. İki çocukla binmem mümkün değildi, mecburen taksi çevirdim.
Parkın
girişindeki bilet gişesi de oldukça kalabalıktı: Biz on beş dakika sıra
bekleyip biletlerimizi almıştık.
Lunaparkın
olduğu alan tam bir şenlik alanıydı. Satıcıların bulunduğu alan, oyuncak,
yiyecek içecek büfeleri, vs albeni der gibi rengârenkti her şey. Çocuklarımın
mideleri boş olmadığından bir şey tutturmamışlar, doğruca oyun alanına
koşturmuştuk.
-
Anne şuna da binmek
istiyorum. Çarpışan arabaya hiç binmedim.
-
Oğlum sen o arabayı
süremezsin, baksana millet deli gibi kullanıyor. Allah korusun sana çarparlarsa
düşer kafanı kanatırsın.
Allah’ım,
delireceğim! Millet de üstüme üstüme geliyordu. Topluca almış olduğum lunapark
oyun biletlerini avucumda tutmakta zorlanıyordum. Tüm dikkatim iki
çocuğumdaydı. Bir yandan da elimdeki toplu biletler düşmesin/kaybetmeyeyim diye
endişelenirken, diğer yandan ele avuca sığmaz afacan oğlumun elini sıkıca
tutmaktaydım. Mahşer gibiydi çevremiz. Bende bu kalabalıkta çocuklarımı
kaybedeceğim kaygıları içindeydim.
2,5 yaşına
yeni girmiş, sözden laftan anlamaz, ilk kez çarpışan arabaları gören oğlumun
ısrarını nasıl savacağımı düşündüğüm an, kardeşinden sekiz yaş büyük kızım
ısrar etmez mi!
-
Anne ben sürerim kardeşim yanımda otursun.
-
Hayırrr, kaptan şüför ben
olcam işte, hem sen kızsınnn… Kızlar ayaba sürmez… Erkekler sürer ayaba… Ben
kaptan şüfor olacağım işte, bana ne… Bana neee!
-
Aman be ne yaparsan yap,
sana da iyilik yakışmıyor. Anne, ver bana bir bilet şu eteğe bineceğim.
-
Kızım patlama sende! Dur
sabret hele, önce şu afacanı ikna edelim, birlikte bineriz. Sende o koca şeye
yalnız binemezsin! Ben her ikinize nasıl sahip çıkacağım yarabbi!.. Nereden
getirdim ben sizi buraya?
-
Aman annee, senin de bir
dediğin bir dediğini tutmuyor! Hem sen demedin mi, yemeklerinizi yerseniz, ben
sizi hayvanat bahçesine götüreceğim, diye…
O anda bir
mucize gibi oğlum çarpışan arabaya binmekten vazgeçmişti. Elimden çırpınıp da
terleyen ellerimden hızla kayıvermez mi!
- Koş bizi
takip et kızım, seni de kaybetmeyeyim bir de…
İleriye doğru
hamle yapıp kaçan oğluma yetişmek için kalabalığı yararak kovalamacaya
başlamıştık. Onu yakaladığımda nefes nefese kalmıştım. Hava hala yazdan kalma
sıcaklığını koruyordu. Üzerimdeki derimod kaban fazla gelmişti. Afacan oğlumun
ensesine değen sarı bukle saçları terden ıslanmıştı. Alnı boncuk boncuk
terlemekteydi.
-
Ah be oğlum, bizi de
yoruyorsun kendini de. Bak terledin yine, hasta olacaksın!
-
Ama anneciğim, ben
maymunları görmek istiyodum… Sen söz veymiştin bize… Hani neyde maymunlar?
-
Oğlum bu biletleri neden
aldım size? Öncelikle şu lunaparktaki işimizi bitirelim sonra gideriz hayvanlar
bölümüne… Hem burada dev gibi yılanlar, kaplumbağalar, develer de var. Onları
da göstereceğim sana.
-
Aa, ben koykayım yılanlardan…
Onlar beni ham yapar sonra…
-
Yapmaz yapamazlar oğlum,
onlar çok kalın cam kafesin içindeler, haydi gel sizi şu eteğe bindireyim, bak
ileride zıp zıplar da var…
Hem oğlumun,
hem de kızımın -oyun ve oyuncak- zevklerini/tercihlerini aynı anda yerine
getirme telaşlarımla bir saat gibi bir zaman geçirmiştim. Geçen zaman içinde
eşimin yanımda olmama sebebi -bakan müsteşarı- aklıma geldikçe de bir yığın
öfke biçmekteydim…
Elimdeki
biletler tükenince hayvanların bulunduğu bölüme geçtik. Çocuklarımın hayvan
sevgilerini tattırmaktı. Onların görsel heyecanları, çığlıkları muhteşemdi.
Çocuklarımın boşalan enerjilerini bilmek, onları sevinçli, şen ve mutlu
görmekten yorgun bedenimin yorgunluğunu hissetmiyordum bile… Kendimi bir tüy
gibi hafif hissediyordum.
Gülhane
parkının çıkışına geldiğimizde çocuklarıma pamuk şeker/helva almayı düşünürken,
oğlum ileriye doğru coşkulu çığlıklarıyla benden önce davranmıştı. Pamuk
şekerci küçük oğluma ve kızımın eline birer tane tutuşturunca bende cebimdeki
cüzdanımı arıyordum.
Aa, o da ne, cüzdanım
cebimde yoktu!
Çocuklarıma
baktım; onlar çoktan pamuk şekerlerini parça parça kopartıp yemeğe
başlamışlardı bile. Allah’ım ben şimdi ne yapacaktım!
Yüksek sesle;
-
Cüzdanımı çalmışlar,
Allah’ım ben şimdi evime nasıl gideceğim?!
Pamuk şekerci
yaşlı bir adamdı. Yılların –insan sarrafı olduğunu bakışlarıyla anlatıyordu.
Satıcı, olsun/kalsın- der gibi eliyle işaret edip parasını almaktan vazgeçmişti
bile…
- Doğrudur.
Pazar günleri Kasımpaşa, Dolapdere yankesicileri buraya akar. Keşke cebinize
koymasaydınız cüzdanınızı. Buraları tekin değildir!
Onun teselli
verici önerileri, bakışlarındaki anlayışlı ifadeyi görmek bile beni
rahatlatmamıştı.
Cüzdanımda ne
vardı, ne yoktu diye düşünürken alnım boncuk boncuk terliyordu. Çocuklarıma boş
gözlerle bakıyordum: onlar hiçbir şey olmamış gibi pamuk şekerlerini
yemekteydiler. Eyvah, az sonra benden –su isteyecekleri- düşüncesi de aklıma
gelince benim –hey hey’lerim- iyice başıma üşüşmez mi! Cüzdanımdakileri de
düşünmekten vazgeçip yaşlı satıcıya ‘kusura bakma, bir sonraki sefer borcumuzu
öderim, helal et hakkını,’ diye helallik alıp oradan hızla çıkışa doğru
yöneldim.
Çocuklarımın
ellerini sıkı sıkıya tutmaktaydım. Kızım gergin halimi fark edince sordu:
-
Anne neden suratın asık, ne
oldu ki?
-
Hiç sorma kızım cebimden cüzdanımı
çalmışlar, şimdi eve nasıl gideceğiz onu düşünmemiz lazım!
-
Aa, hiç mi paramız yok?
Eyvah, biz şimdi Beşiktaş’a nasıl gideceğiz? Hadi ben yürürüm de biliyorsun
kardeşim çok şişko, onu kim taşıyacak?
Oğlum hemen
söz savaşına başlamıştı.
-
Asıl şişko sensin aptal
abla, anneee şuna bi şey söylesene, bana şişko dediii…
-
Canım oğlum rahat dur, biz
eve nasıl gideceğiz onu düşünüyoruz, diye onu sakin tutmaya çalışırken
bakışlarım kalabalık otobüs durağındaydı.
Mümkün değil
binemezdik. İnsanlar üst üste sardalya konservesi gibi istifleniyordu. Hem
biletimiz yoktu ki… O anda küçük oğlum ve kızım aynı anda;
-
Anne bizde taksiyle eve
gidelim, babaannemiz parasını öder…
-
Bu harika fikrinizi, ne
yazık ki uygulayamam.
-
Neden anne?
-
Kızım ne çabuk unuttun,
babaannen bugün Cennet Mahallesine gidecekti! Cennet Mahallesi de taa Küçük
Çekmece taraflarında…
-
Aa, sahi ya, unutmuşum!
-
Ya, kaldık mı böyle! Yürüsek
bile kardeşinle sabahlarız yollarda…
-
Babam, babamın iş yerine
gidelim bizde…
-
Baban Ankara’da be kızım,
uff yarabbi, ben şimdi ne yapacağım şimdi!?
İşte o anda
olan olmuştu, küçük oğlum başka bir çocuğun elindeki su şişesini kapmaz mı!
-
Ver o benim suyum, önce ben
içeceğim!..
Su şişesine
baktığımda oğluma hak vermemek mümkün değildi. O su matarası, aceleden
çıktığımız evimizde unuttuğumuz su mataranın tıpa tıp bir benzeriydi. Gel de
şimdi suyu lıkır lıkır suyu içen oğluma ve su matarası elinden alınan ağlamakta
olan kız çocuğuna/annesine laf anlat.
Her şey üst
üste geliyordu… Olacak iş miydi bu!
-Devam Edecek-