Yağmur yağıyordu şehrin üzerine, sağanak sağanak. İki arkadaş, iki can dost, iki küçük afacan, iki kafadar, üstlerinin başlarının ıslanmaması için evlerin balkon altlarında, dükkanların işyerlerinin tentelerinin altında verdikleri onca uğraşıdan sonra ne yapsalar da sırılsıklam olduklarını görünce önce kahkahalar attılar birbirlerine, ardından da koyverdiler küçük bedenlerini, yağmur deryasına saldılar kendilerini. Kollarını iki yana açarak şarkılar söylemeye başladılar koşar adımlarını yürüyüşe çevirerek..
Evden pazara yollamışlardı, alacaklarını almışlar, ancak geri
gelirken hava birden değişince yağmura yakalanmışlardı. Şemsiyeleri de yoktu.. Hiç hesapta yoktu çünkü bu yağmur.. Üstlerindeki
tişörtler yağmurdan resmen renk değiştirmiş, üstlerine yapışmıştı. Etraftakilerin
şaşkın bakışları arasında kendi kendilerince
mutlu mesut güle oynaya yürümeye devam ettiler. Çocukluğun en güzel yanlarından
biri de bu değil miydi zaten. İnsanlar şaşkın da baksalar, yargılamıyorlar,
çocuktur diyerek geçiyorlardı.. Ve çocuk olduğunun farkında olmak, çocukluğunun
keyfini çıkarmak.. O iki küçük afacan çocukluklarının en güzel zamanlarını hep
birlikte geçirmişler, çocuklukların doyasıya yaşandığı yıllarda yaşamışlardı.
"S.çtık oğlum, eve gidince
anam ben dövecek," dedi, lakabı "Uzun" olan, "Sarı"
arkadaşına gülerekten, "Böyle gülüyoruz ediyoruz ama bu halde eve gidince
ayvayı yedim ben". "Hadi lan," dedi, beriki üstünü başını
gösterirken.. "Senin canın can da benimki patlıcan mı anasını satayım..
Ben de yiyeceğim sopayı düşünüyorum. Dua edek de babam evde olmasın, yoksa iki
katı sopa demek bu.." Hani başına geleceği bile bile yine de büyüklerin
istemediği, tasvip etmediği şeyleri yapmak da o an aklına estiğini illa ki
yapmak da tamamen çocukluktan.. Gerekirse o anne terliğini yerim, ama yapacağımı da yaparım..
İsmet dedenin bahçe duvarının
hemen dibindeki kocaman incir ağacı çete merkezleriydi.. İsmet dedenin anne ve
babası Ermeni tehciri sırasında "burası bizim de memleketimiz, biz
gelmiyoruz, burayı bırakmıyoruz" dedikleri için, kendi vatandaşları
tarafından gözlerinin önünde öldürülmüşler, Memet dede küçükmüş o zamanlar, yatağın altına saklanarak kurtulmuş, sonra bir Türk ailesi onu yanına almış ve inançlı bir
müslüman olarak yetiştirmiş; beş
vakit namazını kılar, elinden tesbih
dilinden Allah eksik olmazdı, sevimli, kısa boylu bir ak sakallı dedeydi, çocukları
çok severdi, bahçesine girilmesine de hiç karışmazdı. Kendi çocukları okumuş evlenmiş, yuvadan
birer birer uçmuşlar ve karı koca bir başlarına kalmışlardı.
İşte o İsmet dedenin kimbilir kaç
yıllık koca incir ağacının gövdeleri arasındaki o kalın dalları kendilerine
oturacak yer haline getirmişlerdi. Mevsimiyse oradan oraya tırmanırlar,
dallardaki olgunlaşmıiş incirleri
yerler, olgunlaşmamışları da arada dayanamaz koparırlar ortadan ikiye
bölüp birbirlerine sürterek akıllarınca oldururlar, onları da yerler, olmamış incirleri yedikten sonra dudakları
şişerse birbirleri ile dalga geçerlerdi. Eğer
mevsimi değilse sadece sırtlarını ağacın koca gövdesine yaslayıp ayrı ayrı dallarda
oturur bacaklarını uzatırlar, günden gelecekten geçmişten konuşur, planlar
yaparlardı..
Yine öyle bir gündü.. Oyun
oynayamayacak kadar sıcak bir hava vardı dışarıda ve böyle havalarda hep
yaptıkları gibi incir ağacının gövdesine sığınmışlardı.. "Polis olacam
oğlum ben," dedi Sarı olan, "Gerçek silahım olacak benim de,
babamınkinden, babamın tabancası var biliyon mu, ama yasakmış, sakın kimseye deme ha, topluyorlar diye bahçeye gömüyor, yeri var, arada alıyor
temizliyor ama.. Yoksa polisler babamı içeri atarlarmış.." "Biliyoz oğlum. Hem bizim de varmış
lan," dedi Uzun olanı küçük kahverengi gözlerini alabildiğince büyütmeye
çalışarak, "Ama babam gitmiş
vermiş, kendisi götürmüş teslim etmiş
polislere, eskiden belinde gezdirirmiş, hep kavgalar oluyormuş çünkü buralarda,
insanlar birbirini vuruyormuş partiler yüzünden.."
"İnsan vurulunca canı çok
yanar mı lan?" "Yanmaz mı oğlum, adamın içini parçalıyor
mermiler.." "Sanki daha önce vurulmuş gibi konuşma sende be"
"TeAllaaam, vurulmak mı lazım illaki de,
filimlerde görmüyon mu oğlum sen vurulanları, ölenleri.." "Görüyom da
bizimkiler hemen televizyonu kapatıyorlar öyle kötü şeyler çıkınca."
"Bizimkiler de öpüşme sahnelerinde kapatıyorlar lan". Kıkırdamaya
başladılar sonra.. "Gizli gizli seyrediyorum ama ben evde kimse yokken."
"Ben de" dedi beriki.. Güleceğim derken kendilerini zor tuttular
düşmemek için..
Uzun’u babası akşam üstü bakkala traş bıçağı almaya yolladı, şimdiki
gibi saplı traş bıçakları, janti traş
makineleri falan yoktu. Bakkal küçük bir jilet paketinin içerisinden kaç tane
jilet istersen incecik bir kağıda sarılı jiletleri verirdi. Sonra babalar o
jileti alırlar, demirden yapılma traş makinelerinin ucundaki parçanın arasına
jileti takıp vidalı parçayı sıkıştırıp traş olurlardı. Hep merak
ederdi jilet elindeyken, insanlar kendilerini bir şarkıcı için ya da kendilerini
çok kötü hissettiklerinde öyle nasıl jiletliyorlar, ben az elim kesilse acıdan
duramıyorum, bunlar nasıl dayanıyor bunca acıya diye..
Bakkala gitmiş, parayı vermiş,
jleti almıştı. Geri geliyordu. Köşedeki evin önünde bir traktör durduğunu
gördü, arkasında römorkuyla.. Eşya yükleniyordu, hava kararıyordu, akşam ezanı
vakitleri, önce kiracı mı geliyor diye düşündü yürürken, sonra eşyaların
inmediğini, yüklendiğini farketti. "Sarı, lan Sarı, dışarı çık az,"
diye bağırdı, Sarı'nın evinin önünden geçerken, zemin kattaki dairenin camına
tıklayarak.. "Noldu lan," dedi evin penceresini açıp Sarı.. "Az
gel bişey göstercem sana," dedi Uzun.
Sarı önce kafasını uzattı, ne olduğunu anlayabilmek adına, göremeyince dışarı
çıktı. Sarı geldi, o da gördü aynı
şeyi.. Bir süre hiç bir şey demeden birbirlerine baktılar..
Uzun, elindeki babasının
beklediği jileti eve götürmeyi çoktan unutmuştu, jileti avucunun içine aldı,
avucunu kapattı, traktörün yanına doğru gittiler. Sonra O’nu gördü.. Yüzündeki, gözlerindeki ifadeyi anlayamadı. Mutlu
muydu, üzüntülü müydü, neşeli miydi, hüzünlü müydü, anlayamadı.. "Nereye" diyebildi sonra..
"Gidiyoruz ki biz," dedi küçük kız, çelimsiz vücudunun üzerindeki beline kadar uzanan altın sarısı saçlarını
arkaya doğru atarak.. "Gidiyoruz biz, Uzun.. Taşınıyoruz. Babam başka
yerden ev kiralamış.."
Sonraki hiç bir anı
hatırlamıyordu. Eve geldiğinde eli kan çanağıydı.. O hatırlamadığı anlarda
avucunun içindeki jileti sıkmış, jilet avucunun içini çeşitli yerlerden kesmiş
ve kanatmıştı.. Üzerindeki kağıt dahil kıpkırmızıydı jilet.. Avucunu açtı,
jileti çıkardı, lavaboya tutup yıkadı ve bir şey olmamış gibi verdi babasına..
Eli hala kanıyordu.. Kesiklerin sızladığını ama acımadığını hissetti.. Yok yok
acımıyordu.. Oysa o değil miydi en küçük bir yeri kanadığında
ortalığı ayağa kaldırırcasına ağlayıp sızlayan.. Tek bir yaş dökülmedi
gözlerinden.. Kendisini o jiletçilere benzetti bir an.. Anladı ki acısı
şu anda görünen yerde değildi.. Anladı ki esas yara alan yeri şu anda başkaydı,
esas kanayan yeri başkaydı, görünmüyordu belki ama için için kanıyordu yüreği
ve çok ama çok acıyordu.. Gözleriyle değil yüreğiyle ağlıyordu.. Anladı.. O küçük yaşında..
Ertesi günün sabahı yatağından
kalktığında saat çoktan onbiri
geçmişti. Okulun olmadığı günler geç kalkardı, kimse dokunmaz, zorlamazdı kalk diye.. Eline baktı,
sarılı eli sızlıyordu.. Elini yüzünü yıkayıp, annesinin küçük bir tepside
hazırladığı kahvaltıyı televizyonun karşısında alelacele yedikten sonra önce
Sarı'yı aldı evden, sonra çete merkezlerine, incir ağacına yollandılar. Gri bir
hava vardı, sıcak ama kasvetli, sıkıntı veren bir hava.. Yağmura gebe..
Karadeniz'in yaz kış farketmeyen o meşhur yağmurlarını bilmeyen var mı..
Ağacın yanına, ağaçlarının yanına gittiklerinde diğer
ağaçların hepsinin evet hepsinin de yerinde durduğunu, ama kendi ağaçlarının
belleri hizasından kesildiğini, koca bir kütük gibi sadece alt kısmının
bırakıldığını gördüler, kesenler ağacın gövdesini alıp götürmüşlerdi, ne zaman
neyle nasıl kesmişlerdi, yerler yapraklarla doluydu, ağacın yaprakları.. İsmet dede kesmiş olamazdı. Öyleyse
kimdi ellerinden yuvalarını alan
hain?
Sessiz bir anlaşmayla ikisi de
sırt sırta vererek ağacın kütüğüne oturup dirseklerini dizlerine dayayıp elleri
ile yüzlerini kapatarak sessizce ağlamaya başladılar. Şimdi ağaçları için
birlikte yas tutuyorlardı.. Gözyaşları Uzun'un avucundan aşağı süzülürken, daha
dün akşam kesilmiş sargılı avuç içlerinin sızladığını ama hala acımadığını farketti.. Çok yüksekten
aşağı atılmışçasına bir duygu kapladı
içini.. Bir boşluk.. Kocaman bir boşluk..
Yağmur başlamıştı. Ellerini
yüzünden çekerek yağmurun kaynağına doğru kaldırdı başını Uzun.. Çok şiddetli yağıyordu.. Sarı'ya
doğru döndü.. "Biz ayrılmayalım lan, söz mü, kimse bizi ayıramasın, ama
hiç kimse.." "Söz lan," dedi Sarı da, birbirlerine doğru dönüp
elleri ile tokalaşarak verdikleri sözü teyit ettiler, sonra birbirlerine
sımsıkı sarılıp ağlamaya devam ettiler.. İncir zamanıydı.. Yağmur yağmaya ve
ıslatmaya devam ediyordu..
twitter.com/mavikaradeniz