PAZARDAKİ
ORTAK
Tabiat bütün
güzelliğiyle yeşermiş, ağaçlar çiçek açmış, kuşlar kanat çırpmıştı.
Çınaraltındaki karlı buzlu günler çoktan geride kalmış, ihtiyar çınar bütün
haşmetiyle misafirlerini ağırlıyordu. Vakit ikindiye yaklaşmıştı. Müdavimler
Pazar telaşı ve yorgunluğunu, demli bir çayla dinlenmeye bırakmışlardı.
Burnundan
soluyarak geldi. Kızgın mı, kırılmış mı, biraz gergin de sıkıntısını paylaşmak
mı istiyordu tam belli değildi. Yandaki sandalyeyi hışımla çekti, kıyısına
usulca yığıldı. Sertçe oturması beklenirken sadece ilişti. Patlamaya hazır ruh
hali yüzünden okunuyordu. Öyle de oldu.
-Hayrola Yeşil Hoca, ne oldu yine?
Sorusuyla sağanak gibi gürlemeye başladı. Belli ki lafa nereden başlayacağını
kestirememişti. Sorulması işini kolaylaştırmış, derdini açık etmeye yetmişti.
-Olmaz şert olsun ya, böyle de olmaz ki…
Şunu anlarım, bunu anlarım, onu yersin, bunu yersin tamam da çiğ yumurtayı
sokağın ortasında cırk cırk nasıl içersin yahu… Sözümü kesmeden dinleyin, soru
filanda sormayın. Hızımı kesmeyin ki olan biteni bir bir anlatayım. Etrafında
oturan arkadaşları –ki çoğunluğu öğretmendi- derin bir sessizliğe gömülüp, daha
da bir merakla dinlemeye hazırdılar çoktan…
Yeşil Hoca soluksuz anlatmaya başladı.
Yöre şivesiyle sıraladığı sözler tüm Çınaraltını doldurdu. Bazen gülümsediler,
bazen şaşırdılar, bazen tasdik edip baş salladılar, bazen de küçük dillerini
yutmamak için kendilerini kastılar. Yeşil Hocanın muhatabını tanımışlardı,
bıyık altından gülümsemeye Talip oldular o anda.
“Tam yedi haftadır karşıma çıkıyor.
Tesadüf mü kasıtlı mı anlayamadım. İlk hafta selamlaştık, hal hatır sorduk,
ayrıldık. İkinci hafta Pazar harcını gördüm, ellerim poşet dolu yine
karşılaştık. Dinleneyim diye durdum, yanımda bitti. Selam kelam faslından sonra
poşetlere göz attı. Ivır zıvır tabii… Yalaveç pazarında ne olcak. Domates
ilgisini çekti. İrisinden birini ortadan koparıp ısırmaya başladı. Olabilir
dedim, canı çekmiştir yesin bakalım. Ağzını sildikten sonra iki domates daha
alıp ceplerine doldurdu, hadi eyvallah dedi. Çaresiz güle güle dedim, kös kös
evin yolunu tuttum. Hanım domatesleri az mı aldın deyince duymazdan geldim.
Sonraki hafta biraz geç gittim pazara yine rastladık dönüşte…
Görünmeden
geçip gideyim derken karşı kaldırımdan seslendi, el salladı. Durdum çaresiz.
Usul usul sokuldu. Uysal bir kedi gibi kuyruk sallayıp yaneşdı. Gülümsedim
haline, “beni sevip saydığını biliyorum Yeşil Hoca” demesin mi. “Şeytan görsün
yüzünü ülen ne sevip saycan… Sen benim
Pazar harcımı tırtıklamayı seviyon.” Diyemedim tabii ki. Pazar poşetlerimin
içine gözleriyle değil ruhuyla daldı bir anda. İki iri patates, bir avuç biber,
bir patlıcan ve bir kabağı sevip okşadıktan sonra kucağına bastığı gibi
uzaklaştı. Teşekkür etmeye tenezzül bile etmedi adı batasıca. Neyse gelen mala
gelsin, elim kolum bacağım yerinde duruyor ya diye şükredip evin yolunu tuttum.
Ertesi hafta erken saatte Pazar harcımı
görüp, kimseye sadaka vermeden eve dönerim diye endişeli bir sevinçle çıktım
evden… Yerli meyvelerden en tazelerini, en güzellerini alıp ardıma bakmadan
çıkacaktım pazardan. Kafamı kaldırmamla indirmem bir oldu. Pazardaki yan
kapılardan birinin önünde sinsi sinsi, -aslında sünepe sünepe decen ya-
dolaşıyordu. İnşallah görmemiştir diyerek tam arka taraftaki kapıya yöneldim.
Arkadan dolaşıp kimseye görünmeden günü –tabii meyvelerimi- kurtaracaktım.
Bismillah deyip dış kaldırıma ayak basmamla birlikte bütün hayallerim suya
düştü. O kadar yolu ne zaman dolaştın, nerelerden geçtin, nasıl buraya ulaştın
be mübarek. Uçtun mu len uçtun mu yahu… Hiç selam kelam, sorgu suale gerek
kalmadan meyve poşetlerini yere diziverdim. Birer ikişer tadına bakar da
fazlaca canımı sıkmadan kurtulurum umuduyla boynumu büktüm. Hınzır hınzır
gülümsedi. Düşüncelerimi anlamışta birer tadımlık yoklama yapacakmış gibi poşetlere
yaklaştı. Sırayla göz gezdirdi. Tek tek ağızlarını açıp içine baktı. Ben hepsinden tadacak değil ya bir iki erik
yese, bir cingil üzüm koparsa, bir şeftaliyi ikiye bölüp yarısını yese,
yarısını da bana ikram etse ne olur ki diye iç geçirirken o iç cebinden bir
poşet çıkardı. Sırayla ne varsa hepsini avuç avuç ziyaret etti. Avuçlarını koca
koca kullanıp kendi poşetini doldurdu. Geldiği gibi esrarengiz bir şekilde
görünmez oldu. Çünkü ben sırtımı dönüp manzaraya bütünüyle şahit olmak
istemedim. Döndüğümde poşetlerim vardı, ama içleri boşalmıştı. “Sabır Yeşil Hoca, kıyma kendine” diyerek yeniden pazara yöneldim.
Bu hafta tedbirimi aldım, alış veriş
yapmayacaktım. Onun musallat olamayacağı, uzanıp cebine atamayacağı bir şey
alıp özellikle yoluna çıkacaktım. Nitekim öyle de yaptım. Az önce karşılaştık.
Aldığım bir koli yumurtayı gözüne sokarcasına yanına gittim. Hiç konuşmadan
bakıştık. Ben kahraman bir eda ile gülümsedim. O garip duygularla yüzüme baktı.
Tamam dedim, bu iş bitti. Artık bana uzanamayacak.
Yumurta mı diye sordu. He dedim yumurta…
Hadi bunu da al da göreyim. Koy cebine de
belanı bul. Bu defa cebinde de bir poşet olacak değil ya diye içimden
geçirirken arsızca uzandı yumurtalara… Kolinin ucunu hafifçe kıvırıp iki yumurta
çıkardı. Ne yapacak bakalım dememe kalmadan yumurtaları birbiriyle tokuşturup
birini kırdı. Ani bir hareketle ağzını açıp yumurtayı cırk diye içiverdi.
Peşinden ikinci yumur-tayı da bir dikişte mideye yuvarlayınca aklım başımdan
gitti. Kalan yirmi sekiz yumurtayı yere çaldığım gibi buraya geldim. Yerdeki
yumurtaları incelemeye eğildiğini görünce de zıvanadan çıktım… Söyleyin Allah
aşkına böyle olur mu arkadeşla… Bu nası iş len?..
Yeşil Hoca, tüm safiyetiyle esip
gürlerken, Çınaraltı’nın öte ucunda en muzip oyunları kurmaya Talip olan ve
avını sabırla, bıkıp usanmadan takip eden ve tam yedi hafta Yalvaç Pazarı’nı
kollayan öteki safiyet timsali bir yürek kıs kıs gülüyor ve gözlüğünü
düzeltirmiş gibi yapıp dikkatleri dağıtmayı da ihmal etmiyordu. Belki de az
sonra Nasreddin Hoca’nın “Kazan Doğurdu” hikayesinden kuracağı yeni bir oyunu
başlatmak için uygun zamanı kolluyordu.
Mahmut
TOPBAŞLI