Mahalleye girdiğimde, yıllardır yaşadığım o mahalle sanki başka bir yerdi. Ailemi ve her şeyi
çok özlememe rağmen eve giderken ayaklarım geri geri gidiyordu. Henüz sabahın ilk saatleriydi
etrafıma ürkek ve şaşkın bir şekilde bakıyordum. Aslında ne değişmişti ki. Neden böyle bir
psikolojiye girmiştim. Eve sağ salim döndüğüme inanmak çok zordu. Ama şükretmem gerekirdi.
Sokağın başındaki tüpçü dükkanının kepengini açarken beni gördü ve "Hoş geldin Fikret, yeni mi
geliyorsun, nerelerdeydin" Deyince hemen "Hiç yeni gelmiyorum diyerek geçiştirdim" ve başka
bir şey sormasın düşüncesi ile adımlarımı biraz sıklaştırdım. Şimdi başka birileriyle daha
karşılaşmamak için biran önce eve girmeliydim.
Az sonra iki tanıdıkla daha karşılaştım. Beni görmemeleri için yolun diğer tarafına geçip
yüzümü de aksi yöne çevirip adımlarımı daha da hızlandırmaya çalıştım. Ama çok da fazla hızlı
yürüyemediğimi fark ettim. Tanıdıklardan birisi yine de beni gördü ve günaydın diye seslendi.
Duymamış gibi yaparak yürümeye devam ettim. Hiç farkında olmadan derin derin nefes almaya
başlamıştım. Ailemle layıkıyla kucaklaşamamak var ya, işte en acısı buydu...
"İşte size doğru geliyorum, ama öyle çok yanlınızım ki anne niye? İçimde kendime bile
anlatamadığım şeyler varken, size nasıl anlatacağım? Ne mazaret bulacağım bu halime? Senin
her sesini duyduğumda yüzümde güller açardı. Şimdi soldurdular o gülü anne. Sen yıllarca
emek verdin, sevginle suladın büyüttün. Şimdi canlı bir ölü gibi geliyorum sana, eğer yüzüne
bile bakamazsam, ne olur affet beni..."
Allahım bu nasıl bir şeydi. Sanki bütün her şey biçim değiştirmiş ve üstüme üstüme geliyordu.
İşte tanıdık bir şey; Tüpraştan gelen hafif gaz kokusu genzimi şarmıştı. Bizim sokağa iyice
yaklaştığımda kalbim sanki boğazıma doğru atıyordu. Bir ara kendi kendime konuşmaya başladım,
"Sakin ol, sakin ol ne olur, anneni, aileni düşün..." Yıkılan yüreğimi nasırlaştırmanın bir
yolu olmalıydı mutlaka. Yaşamak mı yoksa ölüm mü her şeyin sonuydu? Ağlamak rahatlatıyordu
beni, eve girmeden ah bir ağlayabilseydim.
Aslında içinde bulunduğum özlemi anlatmaya kelimeler kifayetsiz kalırdı. Ama sanki oyuncağını
kaybetmiş bir çocuk gibiydim. Eskiye dair bir şeyler düşünebilsem belki biraz rahatlıyacaktım.
Birden üç çocuğa yirmi beş kuruşu hatırladım. Ah ablacığım ah Fatoş ablam dedim kendi kendime,
Küçük ablamla aramızda iki yaş büyük ablamla ise üç yaş fark var. Yani hepimiz aynı çağda
ilk okula gittik.
Babam tek maaşla o günlerde üç çocuk birden okutuyordu. Dolayısı ile hep maddi sıkıntısı vardı.
Okula giderken ablama yirmi beş kuruş verir ve bunu üçünüz harcayın diye söylerdi. Büyük ablam
onar kuruş bize verir kalan beş kuruşu kendisi alırdı. Okulumuza ait kantinde bir simit on kuruştu.
Küçük ablamla, ben her gün birer simit alırdık. Büyük ablam ise ancak iki günde bir simit
alabilirdi.
Gözlerim doldu ve ablam için ağladım. Şükür ağlayabilmiştim.
Hüzün neydi...
Neydi ağlamak
Neye ağlamalıydı insan
İnsan olan ağlamalıydı.
Elinden oyuncakları alındığında
Ya da bir fedakarlığa
Ne bileyim işte
Yüreğini yumuşatmaya
Acısını göz yaşlarına katmaya
Ağlamalıydı
İnsan olan ağlamalıydı.
Evet şimdi biraz rahatlamıştım, evin kapısına bu duygularla geldim. O zamanlar canhıraş bir
sesle çalan tek tip kapı zilleri vardı. Babam dışarıdan geldiğinde zili özel bir çalış şekli vardı.
Bir uzun bir kısa basar, bu sesi duyunca zili çalanın o olduğunu anlardık. Bense haylazca uzun
uzun basardım zile. Bu hareketimi babamın evde olduğunu bildiğim zamanlar ondan korktuğum için
yapmazdım. Annemse bu duruma kızar, "Oğlum yüreğime indiriyorsun, ne olur yavaş bas şu zile"
Diyerek sitem ederdi. Tamam anne derdim ama, sonra yine bildiğimi okurdum.
Ama o an sadece hafif bir şekilde dokundum zile.
Altmış ikinci bölümün sonu
Mehmet Fikret ÜNALAN