Annem evde odun ocağını yakmış sac üstünde pırasalı mısır ekmeği pişiriyordu. Dumanı üstünde ekmekten bir parça koparıp bana verdi. İneğimiz Cumali’yi gözetir, bir yerlere kaçmazsam akşama da yağda yumurta yapacağını söyledi. Yumurtayı duyunca hemen ineği gözetmeye koştum. İneğimiz evin arkasında ekilmemiş yerlerde otluyordu. Benim de canım sıkılıyordu. Gübrelikte büyüyen kamışların dibinde böcek aramaya gittim. Bir elimde kısa bir değnekle yanık gübreleri eşelerken öbür elimle mısır ekmeğimi yiyordum. Dalmış gitmişim, kim bilir hangi oyunun içinde, hangi hayal perisinin peşinde başka dünyalara geçmiştim. Belki de bir gübre böceğinin peşine takılmıştım. Saatlerce bir çukur, iki çukur, on çukur eşerek ve çöpleri kafama göre toprağa batırıp dizerek hayali dünyalara seyahat edebilirdim. Yaşıtım olan çocuklarla oynadığımı pek hatırlamıyorum. Pek çelimsizmişim; belki de ondandı. Benden bir yaş küçük olan amcamın kızı Nuriye bile beni bir yumrukta devirmişti; kabaktan yapılmış bebeğini elinden almak için çekiştirdiğimde bir tane patlatmıştı suratımın ortasına. O zaman henüz sünnet olmamıştım tabi…

Oturup bir kütüğe elimdeki değneği yontmaya başladım mı, ya da sırtüstü çimenlere yatıp yüzümü bulutlara yasladım mı şimdi bile ben bir başka boyuta geçer giderim. İşte böyle dalıp gittiğim bir sırada inek Cumali başlamış pırasaları yemeye. Güneş ensemi pişiriyordu; ben gene de gübreleri misket gibi yapıp yuvarlayan gübre böceklerini dikkatle izlemeyi bırakamıyordum. Yusyuvarlak yaptıkları bu sığır pisliklerini nereye taşıdıklarını hep merak etmiştim. Şimdi biliyorum; sığır dışkısı gübre böceğinin yiyeceğidir. Onları top top yapıp yuvasına götürüyor ve yumurtadan çıkacak larvalarının ilk yemeği olarak depoluyormuş. Kendisi de yiyordur her hâlde.

Hemen yakınlarımda bir eşek anırdı; aynı anda bir kadın bağırıyordu: “Esine kıız! İnek pırasaları yiyor koş!” dermiş meğer. Hemen peşinden helânın camsız penceresinden annem seslenmiş. O da, “Oğlum çevirsene, Cumali pırasaları yiyor!” diyormuş meğer. Eğer kafam bir şeye takılıp kalmışsa her ses anlamını yitirip öyle girerdi kulağıma; sesleri duyduğum halde katiyen oralı olmaz bir duvar kadar sağır ve kıpırtısız kalırdım. Annem tekrar bağırmış: “Sağır oğlum, sana diyorum!” Tabi gene oralı değilim; çukurumu eşelemeyi sürdürüyorum. Birden, elinde bir kızılcık çubuğu annemi tepemde dikilirken buldum. Alıverdi beni dayağın altına, nereme geldiğine bakmadan vur Allah vur. Hızla savurduğu çubuk kollarıma ve bacaklarıma kırbaç gibi indikçe acıdan avazım çıktığı kadar çığırmaya, yerlerde yuvarlanmaya başladım. Canhıraş çığırışlarıma yengem koşup geldi, beni dayağın altından kapıp kaçırdı.

O gün ben ağlaya söylene etrafta dolaşırken bir üvendire, yani harmanda ve tarlada koşulan öküzleri dürtmek için kullanılan ucu çivili uzun ince bir değnek buldum. Üvendireyi öfkeyle havada sağa sola sallamaya başladım. Havayı yaran değneğin çıkardığı vınlama sesi yediğim dayağın öcünü almış, öfkem dinmişti; işi oyuna dökmüştüm. Sümüğümü kolumun yenine sildim. Artık ağlamıyordum. “Al sana! Al sana!” diyerek üvendireyle havayı hınçla döverken az ötemde bir parıltı gördüm. Kırık bir şişe boğazıydı. Yeni bir hayal oyunu içinde yediğim dayağı unutup gitmişken, bir kırık şişe boğazı buldum kemrelikte. Aldım kırık şişe boğazını, taktım üvendirenin ucuna ve yavaşça havaya kaldırırken çevirmeye başladım. Değnek tepesinde tabak çeviren cambazlar gibi ben de şişe boğazını üvendirenin ucunda çevirecektim. Ancak bir iki çevirmeden sonra kırık şişe boğazı bir giyotin gibi düştü bileğime. Acı duyduğumu hiç hatırlamıyorum, ama bileğimden yüzüme bir fıskiye gibi fışkıran kanın dudaklarımdaki ılık tadı hâlâ tazedir.

Fışkıran kanın korkusuyla attığım çığlığa önce anam, sonra da anamın ulur gibi ağlayıp dövünmesine konu komşu ve bütün köylü koştu geldi. Kolumu iplerle boğdular, bileğimi temiz mi kirli mi bilmedikleri paçavralarla sardılar. İki gün sonra kolum şişmeye başladı. Annem birisinden aldığı akılla parmak gibi solucanlar toplamıştı. Onları leğende yıkayıp, canlı canlı bileğime sardı. Aldığı akıl icabı bu solucanlar bileğimde kesilen damarları ulayacaktı. Ertesi gün kolum daha çok şişmişti. Sonraki üç günü takiben kolum morarmaya başladı. Gün geçti kolum tutmaz oldu. Sonunda muhtarın da araya girmesiyle annem beni kasabadaki devlet hastanesine götürdü. Doktor iltihabı akıtmak için kolumu sıvazlayınca ben bastım feryadı. Bunu duyan annem daldı içeri, “oğlumun kolunu mu kesiyon dohtor?” diyerek başladı ağlamaya.

-Yok hanım, henüz değil. Neredeyse kangren etmişsiniz çocuğun kolunu. Acı duyduğuna göre umut var demektir. Bırak bağırsın, bir şey olmaz.

Kolumdan küçük bir kâse irin çıkardı doktor. Anneme gösterdiğini hatırlıyorum. Bana bir de iğne yaptı. Pansuman suyu ve yara tozuyla gazlı bez alarak köye döndük. İlaçlarımı annemin çarşıda sattığı fasulye biber parasıyla aldık diye babaannem küplere binmiş, dedem de basmıştı küfürü çoluğuna da çocuğuna da. Biraz ilaç ve bakım yardımıyla kolum da iyileşti; neyse ki bu sefer evcil hayvanlar gibi iyileşiyordum… Hâlâ kemiğimdedir sızısı o kesiğin. O sızı çocukluğumun minik kalbine indiğinde asitli bir bulantı geçer içimden...
*
Muharrem Soyek
( Yaktın Beni Cumali başlıklı yazı M. Soyek tarafından 17.11.2017 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu