Çok yol gittin, saatlerdir varacağın yeri bilmeden dolaşıyorsun; artık geri dön, otele git. Bu saatte alman gereken ilacın yok muydu senin? Üç poşet dolusu ilaçla yaşıyorsun yıllardır: İki tane prostat için, bir tane kalp için, üç tane bronşit için, iki tane astım için, şeker ve tansiyon için olanlar da var. Hangisini ne zaman içeceğini çoğunlukla karıştırıyorsun. Bir eksik bir fazla içip gidiyorsun işte.
Vakit geldi, hadi git, diyor bir ses. Sen direniyorsun, bu öyle sıradan bir direnç gösterme değil; adeta isyan ediyorsun. Yoksa günbatımı mı oldu? Olmaz. Neden? Olamayacağı için. Başka bir gerekçe bulamadığımdan son sözcüğü söyledim.
Geçmiş, bugün ve gelecek birbirine karıştı. Hangi zaman diliminde yaşadığımı bilmiyorum. Bilmemem önemli değil de acaba sorsalar hangi zaman diliminde yaşamak istediğimi, ne söylerdim? Belki de sorana hakaret ederdim.
Bazen böyle kendi kendime konuşurum. Bu defa çok abartmışım, yanımdan geçenlerin bana tuhaf tuhaf bakmasından sesli düşündüğümü anladım. İyisi mi otele döneyim. Sahi. Bankadan para çekip bir aylık konaklama ücretimi peşin ödeyecektim. Resepsiyondaki görevli çıkarken sıkıla sıkıla bana hatırlattı. Halbuki sıkılmasına hiç gerek yoktu; çünkü ödeme günümün bitmesine bir gün kala bana hatırlatmasını ben istemiştim.
Otelde ücretimi öderken resepsiyon görevlisi:
-Efendim, geçen gün hesapları kontrol etmek için patron geldi. İncelerken sizin altı aydır burada kaldığınız dikkatini çekti. Bana emir verdi, devamlı müşterimiz olduğunuz için bundan sonra ücretlerinizi yüzde otuz indirimli ödeyeceksiniz, buna lokantamızda yediğiniz yemekler de dahil. Dedi.
Ücreti ödedim, indirimden dolayı teşekkür ettim ve odama çıktım. Ben buraya geleli ne kadar oldu doğrusu bilmiyorum. Görevlinin konuşmasından anlaşıldığına göre altı ay olmuş. Bu otelde rahatım yerinde. Kahvaltı, yemek sorunu yaşamıyorum. Odam temizleniyor. Hatta önceleri her gün odamda temizlik vardı, ama ben bunu üç günde bire getirttim. Çünkü temizlikçi kadın gelmeden yaptığım dağınıklığı ayıp olmasın diye topluyordum. Odam kitap dolmuş, ama çoğunu okumuş değilim. Bazı okuduklarımı da anlamıyorum, sonra bir daha okuyorum. Çamaşılarımın yıkanması, giysilerimin ütülenmesi de sorun değil, otel anlaşmalı şirketlere bunu yaptırıyor.
Kitap okuyorum, hoşuma da gitti yazılanlar. Odamın kapısı tıklandı, açtım. Karşımda çıtı pıtı bir kız öğrenci. Otele staj için gelen meslek lisesi öğrencilerinden biri. Elindeki mektubu uzattı, aldım, teşekkür etmeye bile vakit bırakmadan selam verip koşarak uzaklaştı. Mektubun üzerine baktım. Yazı tanıdık değildi. Çok çirkin, eğri büğrü bir yazı. Oysa aynı yerden geldiğini sanmıştım. Başka nereden olabilirdi ki? Adım-soyadım yazıyor, otelin adresi ve hatta oda numaram bile var. Pulun üzerindeki damgayı okuyup nereden geldiğini anlamaya çalıştım. Okunmuyor, çünkü çok silik, varla yok arası. Masanın üzerine bıraktım, kitabımı okumaya devam ettim. Kitapta yazılan şu iki ifade dikkatimi çekti ve beni düşünmeye sevk etti:
-”Varoluş halden hale geçiştir. Tamam, buna değişme de diyebiliriz. Asıl sorun, -öncekiler belli de- ilk hal nedir? Öncekilerde tekrarlama, ilerleme ve gelişme var, ilk halde de var mı? Varsa o ilk hal olabilir mi?“
-”Madde halden hale geçebilir. Katı bir maddeyi ısıtırsak başka bir hale geçer yani önce sıvı sonra da gaz olur. Su önce buzken sıvıya, sonra da gaza dönüşebilir; tersi de olabilir. Yani madde asla yok olmuyor, sadece dönüşüyor”
Düşünceden düşünceye atladım; galiba hemen hemen hepsi de saçma sapandı. Aklım öyle bir karıştı ki, adeta serseme döndüm. Gittim, yatağıma uzandım, bu karışık düşünceler peşimi bırakmadı. Israrla bilinç alanına çıkıyorlardı. Yataktan kalktım, odadan çıkıp lokantaya gittim. Yemek yemek iyi geldi, musallat düşünceler kafamı terk etti.
Odama çıktım. Masa üzerindeki mektubu gördüm, elime aldım. Okumaya karar verdim. Zarfı açtım. O eğri büğrü yazı ile dolu bir sayfa mektup.
“Merhaba,
İddiaya girerim ki benim kim olduğumu bu sefer tahmin edemedin. Çünkü patates kızartırken sıçrayan yağdan parmaklarım yandığı için kalemi zor tutuyorum ve o yüzden yazım da çirkinleşti. Hatta bazı yerlerini belki de okuyamayacaksın. Çok acı verse de bu mektubu tamamlayacağım.
Gene iddia ediyorum ki mektubumu ya yırtıp çöpe ya da fırlatıp masa üzerine atacaksın. Aylarca orada kalacak, belki de hiç okumayacaksın!”
İddialarından birincisi doğru çıktı, mektubunu yırtmadım ama masa üzerine attım. Oysa ikincide yanıldın -çünkü mektubu okuyorum- çok bilmiş kız! Ağız alışkanlığı işte, gene kız dedim. Oysa artık o, kocaman bir kadındır.
“İster oku ister okuma; bu sana yazacağım -önceki notları saymazsak- ilk ve son mektup olacak. Bu mektupta kendimi savunacağım. Senin gözünde değerimi artırmak için yapmıyorum bunu. Ben yıllar önce bir istekte bulundum. Çok iyi biliyorum ki, her istek bir bedel ödeme taahhüdüdür. O nedenle gerçekleşen hatta gerçekleşmeyen her istekten sonra az veya çok mutlaka bir bedel ödenir. Ben bunu çok ağır ödedim.
O gün sana kızmıştım, nefret etmiştim seni öldürmek istemiştim; kırılan gururumu böyle tamir edebilirim yanılgısına düşmüştüm. Sabaha kadar intikam ateşi içimi kavurdu. Gün ağarınca aklım başıma geldi. Sana kızmam değil, seni takdir etmem gerekirdi. Hangi erkek böyle bir teklifi redederdi? Sen sevdiğin kadın uğruna bunu hiç düşünmeden yapmıştın.
“Nefret ateşini ancak sevgi suyu söndürebilir.” Sözü doğru çıkmıştı. Demekki seni gerçekten seviyormuşum. Yoksa bu nefret/intikam ateşi söner miydi? Zaten o teklifi bana yaptıran da işte bu sevgi suyu, değil miydi?
Karar verdim: Sana yaklaşmayacaktım, uzaktan izleyecektim. Hiç görmemeyi bir türlü kabullenemediğimden uzaktan izlemeyi bir çare olarak bulmuştum.
Birkaç sene sonra benden on yaş büyük bir erkekle tanıştım. İnsan olarak mükemmeldi. Kibar, sevecen, fedakar bir insan. Bana tutulduğu da her halinden belliydi. Evlenme teklif etti. O benim için gerçekten bir şanstı, ama benim gönlüm umutsuz da olsa başka bir yerdeydi. Ona “Gönlüme misafir olmaya geldiysen, boşuna zahmet ettin. Çünkü bugün ve hiçbir zaman oraya misafir kabul etmiyorum.” demeyi düşündüm önce, sonra vazgeçtim.
Biraz oyaladım, cevap vermedim. Birkaç teklif daha yaptı, bıkacağı, vaz geçeceği yoktu. Ona teklifini kabul edeceğimi ama hayatımla ilgili “sen” gerçeğini anlatacağımı, bunu bir kere yapacağımı bir daha hiç bahsetmeyeceğimi söyledim ve ondan da bu konuyu hiç açmayacağına dair söz aldım. Kabul etti, senin adını vermeden olayları anlattım. O bana, “Yıldızları tutamam. Olsun. Bakıyorum ya, bu da yeter.” dedi ve evlendik. Tabii bu insana karşı ben de kadınlık görevlerimin tamamını eksiksiz yerine getirecektim.
Bu adam beni gerçekten mutlu etti. Ama ne garip değil mi? Sen karına tutkundun, ben sana, bu adam da bana... Bunu bir yakınma olarak kabul etme. Çünkü boğulan bir insan için, suyun derinliğinin kaç metre olduğunun ne önemi var.?
Bir oğlum olduğunda aile yuvama daha da ısındım. Oğluma senin adını verdim. Bu da bir şans olmalı; oğlum büyüdükçe sana daha çok benzemeye başladı. Doğrusu keyfime, mutluluğuma diyecek yoktu. Oğlum şimdi kocaman bir adam, ama aranızda hiçbir akrabalık bağı olmadığı halde tıpkı senin gençliğin... Dört sene sonra da kızım dünyaya geldi. O da bana benziyormuş. Bazıları abartarak bir hastane meleği olduğunu da söylüyorlar. Kızım hemşire de...”
Burada yazılan üç satır okunamıyor, karalanmış da olabilir. Zaten diğerlerini okuyabilmek için de mücadele vermek gerekiyor. Okumaya devam:
“Sana o teklifi yaptığım günlerde duygusal bir yoksulluk yaşıyordum. Belki senin sayende bu yoksulluğu zenginliğe dönüştürbileceğimi zannettim. Ama tabii bu değerlendirmeyi o şartlarda yapabilecek durumda değildim; yıllar sonra yani şimdi yapabiliyorum. Ve artık şunu çok iyi biliyorum: Sevilenin yüreği başka bir yerde ise, sevenin acı çekmenin dışında yapabileceği bir şey yoktur.”
Mektubu yazan bayanın yoksulluk hakkındaki görüşlerine katılıyorum. Çünkü bana göre de yoksulluğu yalnızca maddi açıdan görmemeli. Düşünceden, duygudan, çalışkanlıktan, doğruluktan, anlamaktan, ileriyi görmekten, güzellikten... de yoksulluk vardır ve bunlar çoğunlukla maddi yoksulluktan çok daha önemli bir yer tutar hayatımızda.
Birkaç satır daha atlamak zorunda kaldım.
“Bir toplantıda senin şöyle bir konuşman vardı: Sana yalan mı söylüyor? Olsun, gene de dinle onu. Dikkat et o yalanların içinde öyle çok gerçek vardır ki, o kişinin özelliklerini anlatan. Yalanını yüzüne vurma. O, zaten senin sesinden, duruşundan, bakışından yalan söylediğini bildiğini fark edecektir. Öyleyse neden yalan söylemeye devam ediyor, deme. Sana bir mesaj iletmek istiyor, ama onun bildiği tek iletişim yöntemi bu. Ne yapsın?
Evet, işte bu konuşmanı dinledikten sonra sana bir mesaj iletmek istedim. Beni görmeni, önemsemeni sağlamanın bir yolu olarak aklıma işte o çılgınca teklif gelmişti.”
Mektup burada bitiyor, daha doğrusu ben bitirmek zorunda kalıyorum, çünkü sonraki satırları okumam artık mümkün değil.
● ● ●
(Devam edecek...)