Bir gün geldi, yapayalnız kaldım, bunun sebebi elbette bendim. Böyle olmasını istemiştim, oldu. İnsanlardan kaçtım, çok mecbur kalmadıkça kimseyle konuşmadım, sorulan sorulara cevap vermedim. Sık görüştüğüm bir arkadaşım -tabii ayda bir veye iki görüşmeye sık denirse- karımı kaybettiğim günlerde bana yardımcı olmak amacıyla:
-”Benden ne istersin, senin için ne yapabilirim?” diye sordu. Ona:
-Beni yalnız bırakmanı isterim… Dedim. O ısrarla, yalnızlığımı paylaşmak istediğini söyledi, ama bunun mümkün olamayacağını ona nasıl anlatabilirdim? Çünkü yalnızlık paylaşılmaz, sadece tek bir kişi tarafından yaşanır…
Aslında, o zor günlerimde içimi dökecek bir dosta ihtiyacım vardı. Bulurum umuduyla yola çıktım. Günlerce aradım, aradım… Bulamadım. Sonunda bir de baktım ki, geçen zaman nedeniyle bir dosta dökebileceğim içimdekiler yok olup gitmiş. Ve böylece ben de geçen zamanı en iyi dost olarak belledim.
Yalnızlığın zevkini tadınca bunun en güzel bağımlılık olduğu kanaatine vardım. Oysa birçok insan yalnız kalmaktan korkuyor, bu yüzden de yalnızlığı anlayamıyor ve verdiği hazzı tadamıyor. Yalnızlık zamanla alışkanlığa dönüşüyor; sonra da vazgeçilmez bir tutku, en kalıcı misafir haline geliyor ve kolay kolay da gitmiyor.
Şundan eminim:Yalnızlığa alışık değilse, terk edilmek öyle bir koyar ki insana… Yalnız kalmaktan korktuğun an, gerçekten yalnızsındır. Özgürlüğüne düşkün olan insan, tercihini yalnızlıktan yana yapar. Bencil insanlar gönüllü yalnızlık mahkûmlarıdır. Evrende var olanların hepsi yalnızdır, çünkü her şey “tek”tir. Ancak bu yalnızlıkta etrafta diğerleri de var. Aslolan “salt yalnızlık”a ulaşmaktır. Ama bu nasıl olacak, doğrusu bilemiyorum!
Bir de gönlü viran eden hicranın yol açtığı yalnızlık var ve bu diğerlerinden farklıdır. Âşık bu yalnızlıkta sevgilisinin hayaliyle birliktedir. Âşık için yalnızlık, nehirlerde dolaşmaktan bıktığı için okyanuslara açılmış olan bir tekne olabilir mi? Âşık çoğunlukla sevgiliye şöyle seslenir: “Hani seninle sözleşmiştik; birimiz darda kalınca diğerimiz bunu hissedip derhal yardıma koşacaktı! Ben sana gidemedim, sen de bana gelemedin. Her anımda ettiğimiz yemini, verdiğimiz sözü hatırlıyorum ve bekliyorum çaresizce. Desem ki sana, yeter artık! Ya sen gel bana, ya da yerini bildir... Gelmeyeceğini bildiğim halde seni gene de bekledim. Çünkü ben “Ya gelirse!” ihtimalini çok sevdim.” Bu seslenişte hem sitem hem de yalvarma vardır.
Tam bir sarmaldan kurtulduğuma sevinirken, kendimi başka bir sarmalın içinde buluyorum. Bazen de uçtuğumu zannederken, süründüğümü anlıyorum. Bir kahkaha atmak istiyorum, ama onun yerine gözlerimden yaşlar boşaltıyorum. Teselli vermek için kendime diyorum ki: “Mutsuz olacağın endişesini yaşarsan mutsuz olursun. Boş ver, mutsuzluk gelip seni bulduğunda üzülürsün ve bu durumdan kurtulmak için çareler ararsın. Henüz olmamış bir olumsuzluk için şimdini zehretme. “
Parka doğru hem yürüyorum hem de bunları düşünüyorum. Park her zamanki gibi tenha. Bir ağacın gölgesinin altındaki bir banka oturuyorum. Öyle yorgunum ki. Başım dönüyor, gözlerimin önünden gerçekmiş gibi görünen hayaller geçiyor. Gözlerim açık mı kapalı mı? Açıksa diye kapatmaya zorluyorum, olmuyor; kapalıysa diye açmaya zorluyorum, gene olmuyor. Bundan sonrası ise benim irademin ve isteğimin dışında seyrediyor:
Daha sonra, ölü bir mahalleden geçtim biraz da korkarak. Tektük insan var. Kimse konuşmuyor, sokaklarda hiç çocuk yok. Bir tane motorlu vasıtaya bile rastlamadım, hayvanların çektiği araçlara da. Kedi, köpek ya da başka bir hayvan yok, yok... Bu ölü mahalleyi kanter içinde kalarak terk ettim. Kırlara çıktı yolum. Çimenler birkaç santim boyunda, çokça ağaç var ve orta şiddetteki rüzgarın etkisiyle ağaç yapraklarının hışırtısı tatlı bir melodi gibi geliyor kulağıma. Ama burası da bir tuhaf geldi bana. Gökyüzüne baktım, tek bir tane bile kuş göremedim. Belki ileride görürürüm diye yürüdüm. Evet gördüm ama havada değil, yerde. Kuşları kovaladım, onların hakkı olan yere yani gökyüzüne gitmeleri için. Gitmediler, uçmadılar; daha doğrusu uçamadılar. Az sonra gördüğüm ne kadar kuş varsa içlerinde uçan hiç yoktu. Neden acaba diye düşünürken, havada kanat çırpmaları duydum. İşte, gelen büyük bir kuş olmalıydı; ya kartal ya da leylek. Değilmiş. Uçan bir kediydi ve arkasında onu kovalayan iri bir çoban köpeği vardı. Hayret! Kuşlar uçamıyor, kediler ve köpekler uçuyor. Acaba uçan deve, zürafa ve fil de var mıdır diye düşünmeden edemedim. Neden olmasın? Bundan altmış-yetmiş milyon yıl önce yaşamış dinazorların bile uçan türü varmış!
Yürümeye devam ettim, önüme bir nehir çıktı, orta büyüklükte. Buna rağmen üzerinden atlamam ya da içine girerek karşıya geçmem imkansız. Oradaki bir tümseğe oturup nehri seyrettim. O da ne? Bu nehirde balıklar yüzmüyor, suyun üzerinde sürünüyor; kurbağalar da yüzmüyor suyun üzerinde hiç batmadan yürüyor.
Aklıma bir yazarın şu sözleri geldi (Bu olayla ilgisi neyse!): “Kaybettiklerin için neden üzülesin ki? Onlar senin değildi, hiçbir zaman da senin olmadı. Senin olmayan bir şey için üzülünür mü? Rahat ol, adımlarını büyük atma, kısa adımlarla git. Nasıl olsa varacağın yerin uzaklığı aynı. Kaşlarını çatma, alnını kırıştırma. Yok istersen çat ve kırıştır; zaten bir faydasını görmeyeceksin. Dünyaya kafa mı tutmak istyorsun? Tut. Onun için de senin için de nasıl olsa değişen bir şey olmayacak. Sen kızdın diye dünya dönme hızını azaltmayacak ya da artırmayacak. Sen de bir kahraman ilan edilmeyeceksin dünyaya kafa tuttuğun için.”
Bir el omzuma dokundu, beni düşüncelerimden ayırdı. Kızdım, bu saygısıza bir-iki söz söylemek için kafamı çevirdim. O da ne? Karşımda hem kadın hem de erkek görünümlü yani çift cinsiyetli biri var. Yüzünün sol tarafı kadın sağ ise erkek. Karşıma geçti. Daha iyi görüyorum. Yanılmamışım.
-Kimsin sen?
-Ne önemi var? Büyücü, sihirbaz, şaman, derviş, keşiş ne istersen onu de!
-Hem erkek hem de kadınsın. Bu nasıl olabilir?
-Bakışa göre değişir. Nasıl görmek istiyorsan öyleyim. Dedi, sesi bir erkeğe mi yoksa kadına mı ait belli değil. Uzun, siyah saçlı güzel bir kadın. Duman rengi elbisesinin kolları bileklerine kadar kapalı, eteği ise topuklara kadar inmiş. Öteki tarafa bakınca ise yuvarlak yüzlü, koca gözlü, besili-bakımlı, sağlıklı bir erkek; sırtında dizlerine kadar uzanan bir giysi var. Rahip kostümü mü, mezuniyet cübbesi mi, papaz keşiş elbisesi mi, budist keşişlerin tapınak elbisesi mi? Çobanların sırtına aldıkları dikişsiz, kolsuz, omuzları dik, kepenek denilen üstlük mü? Hepsi olabilir, ya da hiçbiri de olmayabilir.
-Daha çok bir çobana benzettim seni.
-Olabilir fark etmez. Bana çoban diyebilirsin illaki bir ad kullanmak istiyorsan.
-Gözümü çift cinsiyetli olarak görünme, sesin her iki cinsinkine benzemesin!
-Nasıl istersin?
-Erkek ol!
-Tamam.
-Hangi zamandan hangi tarihten geliyorsun?
-Hâlâ farketmedin mi? Bu boyutta zaman mefhum olarak bile mevcut değil.
-Öyleyse bu bir mucize. Sahi mucize var mı? Varsa başka neler mucizedir?
-Tek bir tane söyleyeceğim, ona göre karar ver: En büyük mucize evrenin varoluşudur. Yumruk büyüklüğünde bir varlık, bir nesne, bir şey ya da bir “hiç” muazzam bir patlamayla etrafa yayılıyor ve bir anda içinde yüz milyar yıldız barındıran galaksimiz oluşuyor; eksik söyledim çünkü bizimkinden başka kırk milyar galaksi daha varoluyor. Sonsuz diyebileceğimiz bir boşlukta bunların hepsi kendilerine en uygun yeri buluyor. Bu bizim evrenimiz; bana kalırsa bizim evrenimizden başka evrenler de var daha... Akıl yoluyla açıklayamadığımız kim bilir daha ne kadar çok olağanüstü olay yani mucize vardır.
-Anlattıklarını havsalam almıyor, alamıyor. Onun için tamam bu kadar yeter. Sana başka bir sorum olacak: Ben şu anda başka bir boyuttayım, bunu biliyorum ve üstelik bu sık sık oluyor. Rahatsız edici. Bundan nasıl kurtulabilirim?
-Bu konuda sana yardımım sınırlı olacaktır. Senin boyut değiştirme yeteneğin çok gelişmiş. Bu yeteneği köreltmek benim işim değil.
-Pekiyi bana nasıl yardım edebilirsin?
-Senin şimdi bir önceki boyutuna gitmeni sağlayabilirim.
-Tamam. Sağla.
-Elimi tut ve gözlerini kapa. Ben senin elini bıraktığımda sen somut dünyanda yani bir önceki boyutunda olacaksın.
Tuttuğum el, etten değildi, sanki pelte gibi bir şeydi. Ya da öyle de değildi.
Gözlerimi açtım, parkta bankın üzerindeyim.
● ● ●
(Devam edecek...)