Akşamın
alaca karanlığı çöküyordu şehre. Ürperdi. Üşümeye başlamıştı. Kendine geldi iç
çekerek. Kalktı. Merak ederdi eşi. Unutmadı kalkarken derlediği çiçekleri. Bir
mutlu düştü evinin yoluna. Geldim dedi
çalarken zili. Açıldı mutluluk kapısı. Sarıldı, tuttu ellerini. Gülen yüzler de
hayat ne muhteşem! Balkona geçtiler, çay demledi eşi. Isındı içi ve fısıldadı
kulağına duygu yüklü şiirini.
Gel
sarmaş dolaş olalım kadınım
Olursa
olsun
Günahı
boynumuz da !
Kara
üzüm gibi gözlerin
Bakışların
salkım salkım
Savrulup
gitmedim hiç
Hep
öylesine sende kaldım.
Yeşermiş
ise dallar
Ne
sevdalar sarar, sarmalar !
Mahfuz
ve mâhkum sevdam
Sessizce
açar her gün
Gecenin göz kapakların da !
Gelinliğini
giydin giyeli
hep hapsettim seni bembeyaza
Ve işte öylesine
Temiz kaldı sevdamızda!
Mutluydular. Her
sabah doğmak yeniden;" iyi ki nefes alabiliyorum, varım " diyebilmek.
Ne harika; herşeye rağmen. Bir şarkı dudaklar da; ister nihavent, isterse
araban. Veya bir ıslıkla eşlik etmek hayata. Daim olmalı umutlar. Söz söyletmemeli
hayallerine hiç kimse. İster gerçek olur, isterse kalır hayaller de. Ama devam
etmeli umutlar. Öyle başlamalı güne..
“Gözünü yediğimin
umutlarımızın şehri hayali. Mutluyuz ikametgâhımızdan. “ dedi İlkim ve Murat çiftti. Hep eskileri
özlerken; modern yaşama ayak uydurma gayretleri ne kadar yorsa da insanı; boş ver yaşa işte bildiğin gibi. Hayatı gıdıklayıp sizin için güldürenler; çıkacaktır mutlaka, tabi pes etmemişseniz
hayata ve varsınız . Ne izler kalır yüreklerde. Aşk dediğiniz silinebilir bir nokta;
sevgiler ise dağlar gibi dorukta.
NE
GÜZELDİ ÇOCUKLUK
Kimimiz
yatağı ıslattık
Kimimiz
kaçırdık altımıza
Beşikte
salıncakta
Kimimiz
tarlada yollarda
Ağaç
diplerinde
Kuytularda.
İdrar
koktu üstümüz başımız
Ama
ne güzelmiş
Çocukluk
günlerimiz.
Alaturka,
alafranga
Solo
kâğıtlar da
Daha
temiz güya
Zamanımızda
Oysa
o bile parayla
Ne
gerek var
Lazımlığa.
ÇOCUKLUK
BELEŞTEN
Anamın
döl yatağına düşmüşüm
Babamın
sayesinde beleşten
Sonra
dokuz ay kordonla beslenişim
Şekil
şemal alışım yaratandan
Hepsi
cabadan, bedavadan
Zahmetsiz
ve ucuz yoldan gelmişim hayata
Mahalle
ebesinin kollarında çığlık çığlığa
Sonrası
anamın sütü
Canından,
candan, helalden
Yudum
yudum doyasıya
Beslenme,
giyim kuşam
Esinti
aynı nefesten
Beşik,
iki ağaç arası salıncak
Ninniler
tanıdık, bildik sesten
Hep
havadan, Bedavadan
Pancar
patak sebzeler tarladan
Meyveler
komşu bahçelerden çalma, haram
Kan
ter içinde aşçı anam
Hiç
oyuncakçı dükkânına girmeden
Taştan,
tokaçtan oyuncaklar çimento torbalarından
Oyuncak
bedava oyun bedava
Ha
babam de babam
Çocukluk
bile beleşten.
Keyifle uzandı Murat kanepeye. Uyumuştu eşi çoktan. Dalıp gitti
çocukluğuna. Al al olan yanaklarında belirdi ve yerleşti gülücükleri.
CANLI KUKLA
Kukla dedi:
“Arkadaşım bizim bir hiç
olduğumuzu,
Hareketlerimizi senin yönettiğini
söylüyor
Bizi seslendiren, bunu besteleyen
Senmisin ? “
Arkadaşın doğru söylüyor;
Ama sen bunu bilemezsin.
Zira şu anda da seni söyleten ve
bilen benim.
“Öyleyse sen” dedi
Kuklanın ağzından
Kendine kuklacı:
“Senin ipin nerede?
Senin sesin senden mi?
Sen bildin mi kuklacını?”
Ben
Dedi adam,
Kendinden kendine
Canlı bir kuklayım, kukla yapan.
Ama beni yaradan,
Çok
daha başka bir şey, bir kuklacıdan.
Ben:
Devinen ve söyleyen ruh,
Halleriyle var olabilen bilinç
Ben:
İpsiz sapsız kukla,
Senden çok daha zor bir yolda
Ben O’ndan aldığım borcu harcarım
Kendi yolumda.
Ve yolum O’nun yoluna vardıkça
Özgürüm anca.
Bu gün ikinci defa
hatırladı ve yaşadı sünnet merasimini. Çok canı yanmış, aldatılmış olmasının
etkisi hala dün gibi düştü film şeridi gibi gözlerinin önüne. Gülüyordu için
için ve birden ellerini bacaklarının arasına getirip kasıldı acıyla.
Ağabeyinin ve en küçük
amcasına sünnet töreni hazırlığı vardı
hummalı hazırlıklar içinde. Fakirlik diz boyu, tören yeri evlerinin avlusu. Elbise, ayakkabı, gömlekler alınmıştı
onlara. Ne kadar güzeldiler. Avlunun bir köşesine çekilmiş; sünnet olacak kocaman ağabeyi ve amcasını, etrafta olup
bitenleri izliyordu ki babası elinden tutup götürdü eve. Apar topar o güzel beyaz gömlekten giydirdiler.
Uzuncaydı boyu. Babası “ - Hadi oğlum bak sende amcan ve ağabeyin gibi erkek olacaksın !“ dedi Murat’a. Hazır tören
varken son anda onu da katmışlardı merasime.
Sünnet ne bilmiyordu ki. O kadar sevinmişti, yeni gömlekle ortalıkta dolaşıp
şöyle bir tuhaf kollarını açarak yürümeyi. En son aldılar onu odaya. Ağabeyi ve amcası yatıyorlardı yatakta
gülerek. Kocaman çocuklardı onlar; 8 yaş vardı aralarında. Kirvesiydi babası ve
aldı kucağına, oturdu bir sandalyeye. Bir amca geldi yanlarına, kocaman siyah
çantasıyla. Adı sünnetçi Mahmut Efendi. İlk yalan ve aldatmayı o kocaman Adamda
yaşadı. Önüne eğildi ve “ - Yukarıya bak yavrum..Bak kuş uçuyor..Bak civciv
çıkıyor! “ dedi. Baktı bakmasına da ne
kuş vardı ne civciv. Ama olan olmuştu artık . Ağlama ve bağırma sesleri davul
zurna gürültüsünde güme gitti tabi ki.
Getirdiler; yatağın bir kenarına da yatırdılar. Kıvranıyor acıdan ve ağlıyordu
bağıra çağıra. Bir ara gözü diğer gazi sünnet arkadaşlarına ilişti. Rahat rahat
gülüyorlardı. Onlar şapkalarını yanlarına ters olarak koymuşlardı. Bir şeyler
koyuyorlardı gelen giden o şapkalara. Murat’ın şapkası yoktu galiba.
Unutamadığı tek şey yaşlı bir akraba teyzenin; acıdan yumruk halindeki elini
zorla açarak avucuna bir şey bıraktığı idi. O bırakılanın delikli bir para
olduğunu sonradan anladı avucunu açınca. Onu da dedesi aldı elinden kaybolmasın diye. Kısacası Murat’ın
sünneti ekstradan olmuştu işte.
Ayrı bir masraf yapılmamıştı. Ama hala düşünüp duruyordu o beyaz uzun gömlek nereden temin edilmişti birden? Birde üstüne üstlük bu masrafsız gazi
çocuğun masraflara katkısı bile olmuştu.
O dedesinin el koyduğu delikli para ne kadar ise o kadar işte. Ağabey ve amcası
iki gün sonra terk ettiler yatağı ve başladılar bahçede koşuşturmaya. O ise iki
hafta kalkamadı yataktan, bazı şeyler ters gitmiş kanaması geçmiyordu bir
türlü. O amca her gün gelip devam etmişti pansumana. Ne zaman gelse sünnet
mevsimi korkar Murat. Şuur altında geçmeyen bir iz bırakmıştı o kanlı ve acılı
anlar.
Evlerinin çok
yakınında bir camii vardı eski. Yolda ki
elektrik direği adeta yapışık gibiydi evin duvarına. Ezan sesine karışan köpeklerin ulumasıyla
açardı gözlerini her sabah. Başıboş ne
çok köpek vardı mahallesinde o zamanlar. Ezan sesine koro halinde eşlikle
uluduklarında çok korkar; bağırlarına sığınırdı ana ve babasının. Onların
" --korkma yavrum, onlar ezan sesinden kaçan şeytana, iblise uluyorlar.
Korkma! “ diyerek saçlarını okşayıp
sakinleştirmeye çalışırlardı. Sakinleştiğinde kalkar, elektrik direğindeki
sokak lambasının hafifçe aydınlattığı yola dikerdi gözlerini. Hiç birinde
kaçtıklarını söyledikleri şeytanı göremezdi nedense.
Yıllar geçmişti şimdi. Ezanda okunuyor, uluyor köpekler hala
koro halinde. Âmâ o artık korkmuyordu o ulumalardan. Daha sonraları, ezan
sesiyle açan çiçeklere, dua çiçeklerine de şahit olacaktı. Davudi bir sesi var,
şimdilerde o da okuyor ezanı. Ama bu etrafındaki şeytanlar,
bu onca iblisleri neden kaçıramıyordu ki? Ve
hala o gün bu gündür hiç görmedi kaçan şeytanları. Ne de daha kötüsü; iki
ayaklısını. Köpekler hala ulumakta oysa!
"- Oğlum taş atana ekmek at! " diye
nasihat ederdi babası. Ne zaman kavga etse hep taş atarlardı mahalledeki
çocuklar. Bir gün yine bir çocuk taş atmış ve kafasından kanlar akarken; eve
gitti koşarak. Her kişiye akşam
yemeklerinde bir parça olarak dağıtılan
çarşı ekmeklerinin annesi tarafından nereye saklandığını biliyordu Murat. Ekmek tenceresini açtı ve bayat ekmekleri topladı. Ona taş atan çocuğun
kafasına ekmekleri attı bir hışımla. O haylaz çocuklar ve komşu kadınlar kahkahalarla
gülüp alay ederlerdi. Neden güldüklerini babasına soramadı asla.
Yer sofrası kuruldu akşam. Yenmeye başlandı
yemekler. O ara annesi kalktı, çocuklarına dağıtmak üzere ekmek tenceresinin
kapağını açınca gördü boş olduğunu. Bağırdı şiddetle: “ – Ekmekleri kim yedi ?”
. Bir kahraman gibi cevap verdi Murat ! “ – Ben aldım. Bir çocuk taş atıp
kafamı yarınca, babamın tembih ettiği gibi ekmekleri alıp kafasına attım !”
Bayılmıştı terek dibinde annesinden yediği tekmeyle. Sarhoştu babası. Ona
anlattı olup biteni eşi. Adam güldü ve oğlunu karşısına alıp anlattı; bu veciz sözün anlamını.
Yıllar geçti. Hiç unutmadı bu baba
nasihatini. Hala oradan buradan taş atanlar olsa da; nasılsa yedeğinde ekmek
var. Taşa ekmek atmak alışkanlık işte. Enayilik mi ne?
Şeytanlar kaçıyor sandı. Mealini bilse de; her
taşa, kötülüğe ekmek atan neslin bireyi oldu işte. Aptal, enayi yerine konuldu,
alay edildi defalarca. Ne adam ya “ - vur
eline, al ekmeği “ muamelesine layık görüldü hep. Neticeye baktığında; bu
alışkanlık ve hasletinin hasadında ne şeytanlar
kaçırabildi etrafından, ne de taş atan, çıkarına kullanan, egoist, zalimleri.
Gaddar, iyi niyeti suiistimal edenleri bertaraf edemedi! Bakınız; yaşadığımız bu devirde her gün daha
da
Çoğalmak ta şeytanlar ve şeytan iki ayaklı
yaratıklar, insan müsveddeleri ve de baş belası taş atanlar!
Çok düşkündü top oynamaya. Ama plâstikten
de olsa hiç olmamıştı topu. Oradan buradan topladıkları çimento torbalarına
şekil verip, yuvarlayarak bağlarlardı eski bez parçalarıyla. Kendi
imalatlarıydı kısacası. Vurup dururlardı çıplak ayaklarla dağılana kadar
mamullerine. Sonra yeni bir top yaparlardı, bu iş gece yarılarına kadar sürüp
giderdi. Fark etmezdi karanlığın çöktüğünü ve kan ter içinde eve döndüğünde
girerdi yataklarına hemen. Farkına varmazlardı çoğu zaman o kadar çocuk
bolluğunda.
Bir
zengin adamın evi vardı mahallede. Duvarları çok yüksekti. Avlusunu
göremezlerdi. Çocukları orada gerçek futbol topu ile oynarlardı. Duvarın
arkasında birkaç arkadaşıyla beklerdi Murat, ta ki o top duvarı aşıp sokağa
düşene kadar. Kaçarlardı topu alıp; doğru ada denilen yere. Kimse gelmezdi
peşlerinden; korkardı çocukları. İşte o saatlerce süren çift kale maçların
keyfi bir başka keyif verirdi Murat’a.
Ne zaman bir yaramazlık yapsa; büyükleri
tarafından “ – Allah başına taş atar !” diye korkutularak büyüdü Murat. Ondan
olsa gerek ürkek ve korkak büyüyordu. Uslu, uysaldı. Bir gün adaya indi küçük
arkadaşlarıyla ve yüzmeye başladılar Yeşilırmak’ta. Sığdı su. Ayağa kalktığında
bir taş geldi başına, bayılmıştı. Çıkardılar onu sudan, yatırdılar kıyıya.
Kendine geldiğinde, ne zaman yaramazlık yaptığını düşündü yıllarca. Ona göre
taşı atan Allah’tı. Oysa o taş bir çocuk tarafından başkasına atılmış, kazaen
onun başına gelmişti.