Güneyin medeniyetler mozaiği, şirin kenti Hatay’da, temmuz sıcakları bastırmıştı. İmkânı olanlar, yaylalara akın ediyordu. Bir kamu kurumunda memur olan Mehmet, valizlerini hazırladı. Otomobilinin bagajına yerleştirdi. Üç çocuğu ve eşiyle birlikte yola koyuldu. Bir aylık tatili serin olan Zonguldak’da geçireceklerdi.
     Mehmet, iyiden iyiye  define işlerine merak sarmıştı. Geçen yaz tatilini de geçirdiği kayınbabasının çiftlik arazisinde, araştırmalar yapmıştı. Bazı define işaretlerine rastlamıştı. Bu yıl gerekli makamlardan izin alarak kazı çalışmalarına başlayacaktı. Heyecandan sürat yaptığının farkında bile değildi. Otomobil otobanda su gibi akıp gidiyordu. Ailesinin ısrarı üzerine, mola sürelerini uzatmak zorunda kalıyordu. Çocukların tercihi, kitaplarda gördükleri, hiç olmazsa güzergâh üzerindeki yerleri gezip görerek seyahat etmekti. Baba yine de bir an evvel hedefine ulaşmak için acele ediyordu. Etraftaki dağların, tünellerin, vadilerin, göllerin, çeşit çeşit kuşların, kirpilerin, kaplumbağaların, ovalarda biçilmeyi bekleyen, kendilerine el sallayan altın sarısı başakların da farkında değildi.
     Bin kilometrelik yolun son kısmı, gürgen, meşe, çam ve çırar ağaçlarının gölgesinde yılan gibi kıvrıla kıvrıla nihayet bitmiş, deniz görünmüştü. Ev halkı, hasret giderip yeme içme faslı bitince, uykuya çekildi. Yüksek bir tepede olan çiftlikte, cırcır böcekleri, baykuş ve uzaktan çakal ulumalarından başka ses duyulmuyordu.
     Mehmet, sabah köy kahvaltısından sonra araziye açıldı. Yanında getirdiği define arama çubuklarıyla tespitler yapıyordu. Kayalıklar üzerinde biten ot, yosun ve defne yapraklarının arasında kaybolan murç izlerini arıyordu. Binlerce yıl önce buralarda yaşayan Romalılar, Persler, Makedonyalılarla ilgili yaşam bulgularına ulaşıyordu. Kaya mezarları, mahzenler, timülüsler...
     Günlerce araştırma ve kazılara devam etti. Artık tatilin sonu yaklaşmıştı. Metrelerce derinlikteki kazılardan sonuç alamıyordu. Horasan harcı denilen, taşlaşmış yapıları açmak kolay görünmüyordu. Yorgun, üstü başı toz halde eve geliyor, olduğu yerde uyukluyordu.    
     Ağustos ayının sonlarıydı. Emekli öğretmen olan kayınbabası, öğle yemeğini bahçedeki büyük elma ağacının altındaki masada hazırlatmıştı. Tüm aileyi yemekte topladı. Bir nevi nasihat toplantısıydı bu. Damadı yine üstü başı toprak içinde gelip oturdu. Kayınbaba: “Ne yaptın evlat, buldun mu defineyi?” deyince, başını sallayarak, “Hayır!” der gibi bir yanıt verdi. Yaşlı adam gülümseyerek: “ Gerçek define, bu elma ağacının dalında, şu güllerin alında, şu incirin, üzümün balında; sana baba diyen şu torunumun dilinde, sazımın bam telinde, ıIgıt ılgıt esen çam yelindedir.”
     Herkes etrafını temaşa ederek, pür dikkat dinliyordu. Güngörmüş, geçirmiş adam, sözlerine devam etti: “Gerçek define, şu soğuk pınarın gözünde, Karadeniz’in yazında, şu çayı pişiren odun ateşinin közünde; şu çatlamış fındığın özünde, ekmeğini taştan çıkaran şu madencinin yüzünde, annemizin baş koyduğumuz sımsıcak dizindedir.” Bir taraftan dinliyor, diğer taraftan yemeğe devam ediyorlardı. Yöreye has karalahana sarması, tirit, bahçeden taze koparılarak pişirilen yeşil fasulye, kızartılmış Bartın biberi, ev yapımı tarhana, kıvırcık marul salatası, kaymaklı yoğurt, haşlanmış sütlü mısırlar sofrayı süslüyordu. 
     “Bak evlat, ben görev aşkıyla uygarlıklar beşiği, cennet vatanımızın birçok yöresine gittim. Birçok yeri ziyaret ettim. Hangi birini sayayım? Gerçek define, dört iklim, yedi bölge memleketimizdeki Ani, Ahlat, Göreme, Pamukkale, Side, Efes’tir. Yunus, Hacıbektaş, Mevlana’da hu, semah, sema, ney, nefestir. Ağrı, Süphan, Nemrut, Uludağ’da kardır. Seyhan ve Ceyhan’ın emzirdiği Çukurova’da pamuk, Amik’de Asi’nin bağrında tüten hardır. Mecnun-Leyla, Kerem-Aslı, Ferhat-Şirin, Mem ile Zin’in sol yanında atan sevda, ah-u zârdır. Çocuklarımıza isim olan Menderes, Dicle, Fırat’dır. Sakarya, Kızılırmak, Çoruh, Murat’dır. Durmaksızın coşan Tortum, Düden, Manavgat’dır. Edirne’de yağlı güreş, Roman, Elazığ’da Gakkoş, Erzurum’da Dadaş, cirit, kır attır. Ankara’nın misketi, Trabzon’un horonu, Aydın’ın zeybeği, Diyarbakır’ın halayıdır. Kısacası gerçek define, aziz Anadolumuzun saymakla bitmeyen, bir uçtan bir uca uzanan, kültür mirasının alayıdır. Zaten paha biçilmez bir hazineye sahibiz. Bunun için sen de yaratana şükret. Olanla yetin, kanaat et. Ayrı bir define aramana ne hacet?”
     Mehmet birkaç dakika konuşamadı. Dalıp gitmişti, aşağıdaki denizin sahili öpen beyaz köpeklerine. Derin bir nefes çekti, kekik soslu temiz havadan. Bir elma koparıp ısırdı dalından. Közde fokurdayan, burcu burcu tüten çaydan bir yudum aldı. 
     O günden sonra hayata farklı bir gözle bakmaya başladı. Yavrularını sımsıkı kucakladı. Tıpkı herkesi bağrına basan Anadolu şefkatiyle. Dönüş yolunda tarihi ve turistik yerlere uğraya uğraya yolu uzattılar. Çocukların keyfine diyecek yoktu. Anadolu sevdasını iliklerinde hissettiler.

Muhittin Alaca
( Gerçek Define başlıklı yazı Alaca tarafından 17.10.2019 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu