İlkokula aynı yıl başlayıp bir elinde tezek ya da küçük bir odun parçası, diğerinde çantasıyla çamurlu yollardan düşe kalka okula koşturan bir kuşak vardı. Ellerindeki yakacakla ısınmaya katkı sağlıyor, kitap ve defterleriyle de ders görüyorlardı. Gün geliyor, kavga ediyorlar birbirleriyle, gün geliyor nöbet tutup sınıfı, hatta okulu temizliyorlar, başka arkadaşlarıyla. Soba yakmak, kül dökmek te onların görevidir, nöbetleri süresince…

Zamanı gelince hayvan otlatıyorlar, kırlarda. Artık, kır bekçisiyle muhataplar. Okulda nasıl korkulu rüyaları öğretmense burada onun yerini kır bekçisi almıştır. Bazen hayvanlarını yasak yerlere götürdükleri, bazen de komşunun ekeneğine zarar verdikleri için dayak yiyorlar bekçiden. Kimi zaman da sırf canı istediği, tiplerini beğenmediği için dövüyor bekçi, onları. Büyükler için çocukların dayak yemesi olağan şeylerdendir. Sözünü etmeye bile değmez. Bir çocuk için hatırı mı kırılırmış koskoca bekçinin. “Küçüklüğümüzde hiç mi sopa yemedik, büyüyünce unutur gider keratalar. Belki ilerde hoş bir anı diye anlatır, yazı bile yazarlar. Belli mi olur!” Hoşgörüsüyle geçiştirilirdi.

İlkokulu bitirdikten sonra erkekler, hayata hazırlanmak için hemen gurbete çıkardı. Kimi büyük okullara, kimi çalışma hayatına. Kızlar ise en geç on sekiz yaşını doldurmadan bir yuva kurmak için baba ocağından uçmak zorundaydılar. Aksi halde KALIK damgası yemeleri an meselesiydi.

Çocukluğumda içinde meşe kütüğünün harlı ateşiyle kıpkırmızı kesilen teneke sobanın etrafına sıralanan babamın emsalleri; askerlik ve gurbet anılarını konu alan bitmez tükenmez anılarıyla o günlerini yeniden yaşıyorlardı. Onların konuşmalarını hayranlık ve keyifle izlerdim. Dinleyenler, konuşmacıyla öyle bütünleşirlerdi ki onunla heyecanlanır, onunla korkar, onunla başarır, onunla kurtulurlardı, tehlikelerden de rahat bir nefes alırlardı. Kışları sıcak soba başında yapılan sohbetler, yazın bir duvarın koyu gölgesine taşınırdı. Sarı sıcakta bezgin atın döndürdüğü kocaman seten taşının bulguru dövüşünü seyrederken gaipten geldiği hissini veren monoton ses, yine götürürdü, bizi ötelere…

Buna özenerek ben de yaşlandığım zaman bir pınar başında salkım söğüdün altındaki zümrüt çayırda torunlarımız körpelerin (kuzu ve oğlak) peşinde koşturur veya papatya toplarlarken bir yandan torunlarımı izlemeyi bir yandan da emsallerimin zorlu yaşam serüveninden süzülmüş anılarını dinlemeyi ya da onlara kendi anılarımı anlatmayı ne çok hayal etmişimdir!

Ne var ki çetin hayat mücadelesinde emsallerimden kimimiz yurdun birbirinden uzak çeşitli kentlerine, hatta yurt dışında adı sanı duyulmadık yerlere savrulmuş, kimimiz ise “Cücüğü (civciv) güzün sayarlar.” Sözünü ispatlamak için mücadeleyi yarı yolda bırakmışız. Cahit Sıtkı’nın deyişiyle: “Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir- Gittikçe artıyor yalnızlığımız.”

Hoş, sözünü ettiklerimle buluşabilsek ne olacak? Kırık dökük birkaç ortak anımızı anımsadıktan sonra birbirimizden uzaklaştığımızı, fersah fersah uzaklaştığımızı hissediyoruz, büyük bir şaşkınlıkla. Hepimiz, değişik alanlara dal budak salmışız. Aynı dili konuşmamıza rağmen birbirimizi anlamıyoruz. İlgi alanlarımız, kültürel birikimlerimiz değişmiş. Heyecanlarımız farklı, geleceğe ait beklentilerimiz hatta sevinç ve kaygılarımızda bile dağlar kadar fark var. Eski kokudan, eski dokudan eser kalmamış.

Düğün gibi, cenaze gibi bazı törenler için gittiğim köyümde, boşuna arıyorum, çocukluğumu. Az sayıdaki yaşıtlarımın çoğu, hastalığı ya da yorgunluğunu ileri sürerek katılmıyorlar, mesela düğün yemeği gibi topluluklara. Köşelerine çekilmişler yani. Millet ununu eleyip eleğini duvara asalı hayli zaman olmuş ta haberim olmamış. Ben hâlâ Kovaloğlu’na tıraş oluyormuşum… Toplulukta hazır bulunanların ise yüzde seksenini tanımıyorum. Ancak gözlerinden benzetebiliyorum bazı büyüklerine de “Sen filanın neyisin?” diye soruyorum.

Aynı çevrede kişinin sevdikleriyle beraber yaşlanması nasıl bir mutluluktur? Günümüzde bu mutluluk kaç kişiye kısmet olmuştur acaba? Kökünden koparılan bir bitkinin yaşama oranını hesaplayan olmuş mudur ki, yaşasa bile dağ gülü bağa, bağ gülü dağa yakışmıyor, vesselam...

( Dağ Gülü başlıklı yazı RasimCANBOLAT tarafından 2.03.2010 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu