Kendimi bilmez bir haldeyim. Ne yana
sapacağımı, nereye yol alacağımı, neyi nasıl yapmam gerektiğini bilemiyorum.
Çevremdeki sorumlu tacirlerim, benden çaldıkları yaşamın kaymağını sonuna kadar
yiyorlar mı? Yoksa ben onları sadece suçlamakla mı kefilim? Yalnızlığın dibini
vuruyorum ve şişenin her gün “Pardon, bugün de benden kalmadı” dediği, benim
onu ısrarla içmek istediğim anlar oluyor. Yalnızlık tiryakisi, sözde ayyaş
başrolüyüm ben. Hukukta adım geçmez ama kendimi ortalık yerlerde bulurum bir
şekilde ben… Tam böyle bilinmezliklerle sürüklendiğim günlerden birinde
muhteşem şeyler olduğunu öğreniyorum. Benden habersiz ve bana uğramadan nasıl
olur? Yine mi beni teğet geçti yaşamın dilimini ısıramadığım mükâfatım?
Arkadaşım Ayla ile uzun yıllardan sonra karşılaşıyoruz. Yaşamında aşkın ‘A’sı
bile bulunmayan, içine kapanık, başını önünden kaldırmayan ve erkeklerle
iletişimin İ’sini bile kuramayan bir kızdı Ayla, okul yıllarımızda... Ben fakülteye
devam ederken o dikiş nakış işlerine merak sarmıştı. Ev kızını köpüklü sularda
yıkayıp kendini temize çıkararak ev kızlığının da bir meslek olduğunu öğreterek
temsil etmek istiyordu muhtemelen. Ya da ben o kadar iyimser bakıyordum ki o
yıllarda hayata, her eyleminden bir kadeh dolduruyordum fikrimin el değmemiş
namuslu yanına…
“Merhaba, Sude. Nasılsın görüşmeyeli?”
“İyiyim Ayla, üstelik sen de süper
görünüyorsun.”
Ağzı kulaklarına varıyordu. Muhteşem bir
güzelliğe kavuşmuştu ki okul yıllarımızda çillerinden mektup aldım
diyebilirdim, yüzünde o kadar çoklardı ki onun merhabasının yerine sanki
çillerinden “Saçlarını yol getir, git ara bul getir” misali haber geliyordu.
Her zaman böyleydim ben, espritüel yanından öperdim hayatımın. Ta ki şu son on
seneye kadar! İşimi daha yeni kaybettim. Aşkı deseniz bulamadım ki kaybedeyim,
mutluluk en son fakültedeki sıra arkadaşımdı da bir daha rastlayamadım gibi.
Gördüğüm kadarıyla Ayla’nın maşallahı var. Otuz iki dişi ondan önce mutluluk
pozları veriyor.
“Evet, süperim Sude! Hayatımda her şey ama her
şey tam yolunda… Özellikle aşk hayatım! Aman Allah’ım!”
“Haydi lan oradan! Sen erkeklerle tek
başına çay bile içemezdin” diyecektim ama edepli yanım galip geldi ve sustum.
“A! Öyle mi! Ne güzel…”
Zoraki bir gülümsemeydi yüzümdeki çünkü birkaç
saniye sonra o da bana hayatımın nasıl gittiği hakkında sorularını sıralayacaktı
ve benim ise ne cevap vereceğim hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Ufaktan yol
mu alsaydım acaba?
“Eee! Anlat bakalım… Sen neler
yapıyorsun?”
Korktuğum soruyla baş başa kalmıştım
işte!
“İşsizim, sevgilisizim, parasızım,
yersizim yurtsuzum, oy dağlar oy… Ben nirelere gidem, gadanı aldığımmm…” deyip
ortamı neşelendirmeye çalışarak kendimi espriyle kurtarsa mıydım? Bu da
sökmezdi onun mutlu ve kendinden emin tavırlarına.
“Ben… Hiç… Yani… Bildiğin gibi…”
“Nasıl bildiğim gibi kızım! Tam on senedir görüşmüyoruz
ve sen bana bildiğin gibi mi diyorsun?”
Önce sol, sonra da sağ elimin yüzük
parmaklarında yüzük tarayan gözlerini fark ettim. Saçlarımı geriye itip gıcık
olan boğazımı temizleyerek
“Şey… Hiç bakma öyle, nişanlı değilim, evli de
değilim. Aslına bakarsan bir sevgilim de yok” deyiverdim. Dudak büktü ve adeta
acıyarak gözlerimin içine baktı.
“Ben de önümüzdeki hafta
nişanlanıyoruum!”
“Yaaa… Ne güzel, senin adına çok sevindim.”
Kıskançlık literatüründe bu cümle, “Kendi
adıma kahroldum, öldüm, şimdi kafamı duvarlara vuracağım” demekti aslında. Ama
tabii ben kıskanç bir kız hiç değildim canım!
“Nasıl olduğunu anlatsam sen de
inanamazsın Sude! Bir kahve içmeye ne dersin?”
Çok meşgulmüşüm gibi saatime baktım. Bir
yandan da nasıl bir bahane bulsam da sıvışsam diye düşünüyordum.
“Tamam tamam bakma öyle saatine! Bir
yarım saat de ayıramaz mısın on yıldır görüşmediğin eski arkadaşına? Lisedeyken
kahrımı az çekmemiştin.”
İçten ve samimiyetle gülümseyince iyi
tarafıma denk gelip kıramadım.
“Peki, haydi gel içelim.”
Son on yılda neler yaşadığını, nasıl bir
karamsarlık ve mutsuzluk içerisinde olduğunu ağlayarak anlatıp finali de
mutluluk ve aşkla yaptığını anlattı durdu.
“Peki, nasıl oldu bu mucize?”
Neticede herkesin bir mucizeye ihtiyacı vardı.
Mucize kör değilse beni de görmesi gerekiyordu.
“Nasıl oldu, biliyor musun?
İnanamazsın!”
“Anlatacak mısın artık?”
“Peki, gizem yaratmaya gerek yok daha fazla.”
diyerek çantasından bir krem çıkardı.
“Yok, canım, teşekkür ederim. Gelmeden
önce krem sürmüştüm ben…”
“Aaa! Dur deli kız! Bu öyle bir krem değil,
eline ya da yüzüne sür diye çıkarmadım çantamdan. İşin sırrının nerede olduğunu
anlatacağım. Bak işte bununla!”
Delinin zoruna bak der gibi baktım ona.
Delirmişti belli ki.
“Ne saçmalıyorsun pardon?”
Sonunda içimden geçeni paldır küldür
söyledim de rahatladım.
“Saçmalamıyorum! Her şey bu krem sayesinde
oldu. O kadar yalnız hissediyordum ki ne yapsam yetmiyor ve yalnızlığımı
geçirmiyordu çok üzülüyordum. Mutlu olan ve aşkı bulan arkadaşlarımın arasına
katıldığımda kendimi ezik ve yalnız hissediyor gibiydim artık. Sonunda bir gün
gittiğim mucizevi halk pazarında bu kremle tanıştım. Bu krem, diğer kremler
gibi değil. Kim, neyi istiyorsa yaşamında; ona, onu sunuyor. Ben, aşkı istedim
ve bana şahane bir aşk sundu. Kişiye özel bu arada… Şimdi sana sürsem bir
faydası olmaz. Özel olarak kişiye özel üretiliyor bu kremler…”
Dayanamayıp kahkaha atarak gülmeye
başladım.
“Ay çok pardon!”
Hâlâ gülüyorum, katıla katıla gülüyorum,
gülmeye devam ediyorum, devam ediyorum…
“Gül sen, tabii başta ben de inanmadım. Ama
kremi sürüp hatta kremle adeta kremin banyosunu yapınca etkisini 1 hafta
içerisinde gördüm. Valla bak!”
“Neredeymiş bu mucizevi halk pazarı?”
Gülmeye devam ederek sorularıma devam
ediyorum. Onunla alay edercesine…
“Her zaman açmıyorlar pazarı, belirli
ruhani günlerde diyebilirim ve sadece bu kremleri satıyorlar.”
“Tövbe Allah’ım tövbe… Delirmiş bu kız!”
“Valla Sude, doğruyu söylüyorum, istersen gel
seni de götüreyim. Ne istersen onun kremini al. Bak yaşamın nasıl değişecek,
göreceksin.”
O
kadar inandırıcı ve kendinden emin konuşuyor ki bir “Acaba?” ile düştüm Ayla’nın
peşine. Gözlüğümü de taktım casus gibi, tanınmamaya çalışarak, yanlış bir şey
yapıyormuşum da yakalanacakmışım düşüncesiyle… Pazarın içine girdiğimde tezgâhta
bir sürü krem görünce ağzım açık bakakaldım.
“Ya, şaşırdın değil mi?”
“İyi de pek müşterisi yok buranın.”
“Herkesin haberi yok da o yüzden akıllım.
Haberleri olsa sence insanlar buradan çıkarlar mı?” “Merhaba ablam, hoş
geldiniz!” dedi esnafın biri.
“Merhaba.”
“Sanırım sizin de ihtiyacınız var, gel ablam,
buraya gel” diyerek başka bir esnaf, kremlerinin olduğu alana çağırdı beni.
Ayla’yı ardımda bırakıp hipnoz olmuş bir edayla yürüdüm o tarafa.
“Hangi kreme ihtiyacınız var ablam? Bunlar
numunelik ürünlerimiz. Kişiye özel tasarlıyoruz aslında. Sen ne istiyorsun
ablam? Neye ihtiyacın var?”
Düşündüm, çok şeye ihtiyacım vardı.
Para, sevgili, kaybettiğim sosyal statüm, başarı; her şey ama her şey!
“İstediğim şeylerin karışımından bir
ürün elde edemiyor musunuz?”
“O zor biraz ablam. Çünkü öyle olunca
hem bizim işimiz zorlaşıyor, hem de kişi ne istediğini iyice bilememiş oluyor.
Sen bize bir şey söyle, önce onu halledelim, daha sonra ne istiyorsan onları da
yaparız. Olur mu?”
“Peki, bu numunelik ürünleri de kullandırıyor
musunuz öyle herkese? Mademki herkeste aynı etkiyi yaratmıyor niye bu kadar
ürün var burada?”
“Ablam benim, sen sorgulama bunları.
Ürünlerimiz kişiye özel ve tam istenildiği ölçüde. Söyle bakalım, sen ne
istiyorsun?”
Şu anda müthiş derecede bir statüye ihtiyacım
vardı. Kaybettiğim prestijimi yeniden elde etmeliydim bunun için de bir işim
olmalıydı.
“İş istiyorum, başarı, statü… Bunun kremini
yapabilir misin?”
“Yaparım ablam, emret yeter ki.”
“Fiyat?”
Tam o sırada Ayla yanıma geldi.
“Arkadaş benden, yani biraz indirim yap,
olur mu?”
“Tamam, Ayla abla, emret…”
“Ayla, bu çocukların hepsi seni tanıyor. Sen
buradan çıkmıyor musun Allah aşkına?”
“Yok, canım yaa, ne istediysem buradan
elde ettim kremlerle. Hepsi beni tanıyor bu yüzden.”
Kıkır kıkır gülüyordu Ayla.
“Ne zaman hazır olur krem?”
“Hemen, bugün… Yalnız, senden bir test almamız
lazım abla.”
“Ne testi?”
“Alerjik reaksiyon gösterip
göstermediğini ölçmemiz açısından.”
“Kan mı vereceğim? Ayla, biliyorsun kan
aldırmaktan korkarım ben.”
Gözlerim korkuyla açılmıştı.
“Yok, canım yaa, korkma bir şey
olmayacak. Yama testi gibi bir şey, canın yanmaz, merak etme.” “İyi de bunlar
bu işi nasıl becerirler, nasıl bilebilirler ki? Ehil kişilerin yapmaları
gerekmiyor mu? Yok Ayla, ben vazgeçtim.”
Arkama dönüp yol almaya başlayınca Ayla ve
tezgahın başında duran genç çocuk arkamdan seslendiler.
“Dur! Dur Sudee!”
“Abla, dur, korkma, sağlık ekibimiz de
var. Biz yapmıyoruz, bu işi bilenler yapıyorlar, ciddiye alıyoruz, korkma,
bekle…”
Tekrar onlardan yana dönünce istediğimi elde
etmemin yolunun bundan başka şey olmadığını düşünerek “Peki” dedim ve testi
yapmalarına izin verdim. İşlerini ciddiye alıyorlardı. Zamanın nasıl
ilerlediğini fark edemeden ben, her şey olupbitti ve bir de baktım; kremim
hazır bile!
“Al ablacım, iş hayatında yolun açık
olsun” diyerek gülümsedi genç çocuk. Parasını verip oradan çıkınca Ayla ile
telefon numaralarımızı alıp tekrar görüşmek ümidiyle birbirimizden ayrıldık.
Ayla, fena kız değildi aslında. Eve
koşar adım gidip üstümü çıkarır çıkarmaz kremi her yanıma sürdüm, sürüştürdüm.
Kremin etkisinden mi bilmem felaket derecede bir uyku bastı ve uyuyakaldım…
Ertesi gün telefonumun çalmasıyla uyandım.
“Alo, buyurun?”
“Sude Taşar Hanımefendi mi?”
“Evet, buyurun benim…”
“Geçen ay iş başvurusunda bulunmuştunuz.
Şirketimizin İnsan Kaynakları departmanı için görüşmek üzere sizi şirketimize
bekliyoruz.”
“Ne? Beni mi, yani şey… Pardon, ben… Çok ani
oldu… Ne zaman, saat kaçta?”
“Hemen bugün gelebilirseniz memnun
oluruz.”
“Peki, geliyorum.”
Telefonu kapatır kapatmaz Ayla’yı
aradım.
“Aylaaa! Neler oldu inanamazsın. İş
başvurusu yapmıştım, aylardan beri kimse dönmezken az önce arandım. Krem işe
yaradı!”
Ayla gülüyordu.
“Bak! Sana söylemedim mi ben?”
“Muhteşem bir şey bu! Sen bir tanesin,
teşekkür ederim arkadaşım!”
Telefonu kapatır kapatmaz duşumu alıp
hazırlanıp şirketin yolunu tuttum ve dakikalar içerisinde görüşmemin olumlu
olduğuna dair ipuçları verip bana haber vereceklerini söyleyerek beni
uğurladılar.
Evimde tek yaşıyorum. Yıllardır ailemden
uzaktayım. Hiçbir derdimde onları üzmek, rahatsız etmek istemedim. Kendi
yağımda kavrulmayı seçtim. Ama şimdi mutlu haberi anneme vermek istiyorum.
“Alo, annecim, nasılsın?”
“İyiyim kızım, özledim. Sen nasılsın, her şey
yolunda mı? Sesin çok iyi geliyor güzel kızım…” “İyiyim annecim, bir iş
görüşmesinden geliyorum. Büyük ihtimalle işi aldım. Babam nasıl?” “Baban da
iyi, istersen vereyim de telefonu, konuşun.”
“Peki annecim, görüşürüz, çok öpüyorum.”
Kocaeli’nde yaşıyorlar. Ben de Kocaeli’nde
okudum, orada sürdürdüm yaşamımın uzun bir dönemini. Sonra İstanbul’a geldim,
buraya savruldum…
“Hayırsız kızım!”
“Öyle söyleme babacım, lütfen… Sizi
özledim.”
Evin tek kızıyım. Ben İstanbul’a
taşındıktan sonra Kocaeli’nde çifte kumrular baş başa kaldılar… “Şaka yapıyorum
canım kızım. Hayırdır bir müjde mi var, evleniyor musun yoksa?”
Babam telefonun ucunda kahkaha atınca
biraz bozuldum açıkçası. Bana, evde kaldığımı ima ediyordu her zamanki
şakalarıyla.
“Hayır,
babacım, iş görüşmesinden geliyorum. Muhtemelen işi kaptım.”
“Sevindim, Allah yar ve yardımcın olsun güzel
kızım… Her şey zamanla, üzülme.”
Telefonu kapattığımızda kendimi hızlıca
yatağıma attım. İnanılmaz bir ferahlık vardı üstümde, kremimi aldım hemen,
tekrar ve tekrar sürdüm… Dileğime bir ton dilek daha eklercesine belki olmazdı
ya; olmayacaksa bile hemen olsun diye… O kadar para verdim canım dileğime,
cebimdeki metelikleri sayarak aldım, annemin işsizliğimi yüzüme vurmak
istemezcesine tek çocuğumuzsun harçlığını döktüm ben o kreme… İki gün sonra
şirketten tekrar arandım ve işe kabul edildim. Kısa zamanda şirketteki
başarılarla adından çok söz ettiren bir çalışan oldum. Sosyal statüme kavuştum,
çevremdeki insanlar değişti, iş arkadaşlarımla iş çıkışı meyhanelere atar olduk
kendimizi. Kız kıza rakının dibini vurduk. İlk maaşımla ıslattık bir güzel
geceyi güzelleştirdik. Ayla’ya da bir hediye aldım. Bana yaptığı iyiliği
ödeyemezdim. Üç ay sonra sosyal statümün, iş hayatımdaki başarımın da bana
yetmediğini fark ettiğimde mucizevi pazarın yolunu tutarak bu kez “Aşk‟
istedim.
Aşk, kişinin bulmak için çaba sarf
ettiği en güzel yolun sonsuzluğunda göz kırpmak için kişiye bazen koşar adım,
bazen ise bir kaplumbağa misali gelen… Bekleten, bekleyen… Her gün, itina ile kremi
sürdüm. Aşk kremime büründüm, yanaklarıma, burnuma kadar sürdüm, gözlerime
kaçacaktı neredeyse. Nasıl da açmışım meğer aşka… İki hafta sonra onunla
karşılaştım. Aşk… Yolumu çevirse “Ben geldim” dese daha önce “Haydi canım sen
de!” diyecek olandım aslında. Sorgulamadan içeri buyur ettim ve şimdi bir
sevgilim, sevdiğim, sevenim var… Ayla’nın düğününe Ertan ile birlikte gittik.
Kavalyem de oldu sevdiğim… Gözlerine öyle derin bakıyordum ki yüzmeyi
bilmeyerek boğulacak gibi. Gözlerime o kadar derinden bakıyordu ki yüzmeyi
bilse de boğulmaya gönüllü olacak gibi… Aylar ayları kovaladı, ben kendimce
ileriye dönük planlar yaparken Ertan’dan olumlu bir ışık alamadım. Gittikçe
umutsuzluğa sürüklendim, tıpkı bir sene önceki Sude gibi. Ayla, hamileydi. Ben
ise kış doğuruyordum... Ertan’la kavgalarımız sıklaştı, sonunda ayrıldık.
Ondan sonraki motivasyonsuzluğum ve
yanlışlarımla şirketteki işime de son verildi kısa zamanda. Başladığım yere
geri döndüm. Peki ama neden? Neyi yanlış yapmıştım? Olmaması gereken neyi
yapmıştım? Kremlerimi alarak mucizevi pazarın yolunu tuttum. Kremleri adeta
yüzlerine fırlatarak işe yaramazlıklarını yüzlerine vurdum.
“Ne oldu abla, neyi yapamadık?”
“Hiçbir şey yapamadınız. Üstelik şimdi
beni daha kötü bir çıkmazın içine sürüklediniz! Eşekler gibi aşk acısı
çekiyorum, sevgilimle ayrıldık. Kremleriniz yerin dibine batsın!” diyerek seslenişlerine
aldırış etmeden bu kez de Ayla’nın evinin yolunu tuttum. Bir kızı olacaktı.
Hâlâ çok mutluydu.
“Neden böyle oldu bilmiyorum Ayla. Neyi
yanlış yaptım? Yani yanlış anlama ama sana hiçbir şey olmadı, senin hayatın
hâlâ olması gerektiği gibi. Peki, benim mutluluklarım neden kısa sürdü?
Anlayamıyorum bir türlü… Bana umut kremi lazım sanırım. Evet! Sinirle çıktım
oradan ama ben en iyisi umut için bir krem isteyeyim.”
Ayla’nın
laflarını ağzına tıkayarak “Kendim çıkarım” deyip yine aynı yerin yolunu
tuttum.
“Bana umut kremi yapın. Derhal, acilen,
çok acil… Umuda ihtiyacım var benim.”
Esnaflar birbirlerine sonra bana baktılar.
“Ne oldu, yanlış bir şey mi söyledim?
Umut kremi diyorum, nesini anlamadınız?”
“Abla, maalesef onu yapamıyoruz.”
“Ne demek onu yapamıyoruz? Her haltın
kremini yapıyorsunuz da umudun kremini mi yapamıyorsunuz?”
“Evet abla…”
“Ne saçma şey! Başından beri belliydi nasıl
dolandırıcılar olduğunuz. İnanmam hataydı!”
Yine öfkeyle kendimi dışarı attım. Eve
gittim, ağladım, ağladım, ağladım… Telefonum çaldı, ağladığım belli olmasın
diye sesimi düzeltmeye çalışarak telefonu açtım.
“Alo, efendim Ayla?”
“Duyduğum kadarıyla umut kremini istemişsin
onlardan. Sana söyleyecektim ama söylememe müsaade etmeden çektin gittin.
Umudun kremi olmaz Sude‟ciğim… Çünkü umut, insanın ruhundadır. Başarıyı,
statüyü, parayı, aşkı ve bir sürü diğer her şeyi tamamen elde tutmanın da tek
anahtarı umuttur. Senin içinde, ruhunda hiçbir zaman umut olmadı ki bunları
elinde tutabilmen için… Bir de gidip umut kremi istiyorsun. Umudu bir krem sunamaz.
Umut varsa her şey var olmaya devam edebilir. Anlık hazlar, anlık mutluluklar
ve anlık, göstermelik olan hiçbir şeyin sürekliliği olamaz zaten. Sen kendin
için bir şeyler istemedin kremlerden. Başarıyı, başkalarının gözünde harika
olabilmek için, parayı yine başkalarına “Benim de var” diyebilmek ve aşkı da
“Bakın ben de buldum” demek için istedin. Ama umut, safi ve en temiz niyettir.
Bu yüzden umudun kremi yapılmaz. Ona sahip olabilmek ve onu yitirmeden
yaşayabilmek zordur. İnsanın kendisinde olması ve var olması gerekendir bu. Ben
hiçbir şeyi başkalarına göstermelik olsun diye istemedim, tamam başlarda benim
de başkalarına hava atmak isteğiyle hareket ettiğim amaçlarım oldu. Ama aşkı
bulunca onunla doyarak umudu da bırakmadım. Onu ayakta tutabilmek için neler yapabilirimin
peşine düştüm sonra… Sen ne yaptın umut için?”
Ayla’ya cevap veremeden telefonu
kapattım. Yine yatağa attım kendimi. Tavanla bakıştım uzun süre.
“Umut?”
Kremleri alırken onların bana
vereceklerine dair oluşan inancım değil miydi? Peki sonrası? Ertan’ın bana
evlenme teklifi edeceği anı gözlediğim o duygular umut değil miydi? İş
hayatımda başarılı olacağıma dair yaşattığım da umut değil miydi? Ama hep
başkalarına göstermek içindi… Başkalarında ne kadar olduğumu görebilmek için…
Kendimi mutlu etmek, kendimi yaşatmak için bir umuda sahip olmamıştım diğer
herkes gibi. Belki de bu yüzden herkesin yolu mucizevi pazardan geçemiyor,
herkes haberdar olamıyordu. Ben şans eseri arkadaşımın sayesinde öğrenmiştim,
çünkü benim de gerçekte bir umudum yoktu. Kreme ihtiyaç duymadan yarını
bambaşka bir gün yapacaktım ama kendim için… Başkalarından beğeni almak için
fotoğraf çeken insanlar gibi değil, başkalarından takdir görmek için can atan
her eylemimiz için değil, sadece hak ettiğim için bir şeyleri elde edecektim.
Kremsiz… Aşkı da, başarıyı ve diğer her şeyi de umutla ve umudumu yitirmeden
elde edecektim ve zamanı geldiğinde… Çarçabuk ve hemencecik yitirmek için
değil… Zamanla ve ölünceye dek… Kremleri çekmecemden aldım. Çöp kutusuna atıp
gözlerimi kapattım, uyumalıydım. Yarın, umutlanacaktım. Kreme bulanmadan ve
kremlemeden umudumu… Umudun kendisi olacaktım. Umut, ben olacaktım. Satmadan
hiçbir niyeti…
Dilara AKSOY