M. Nihat Malkoç
Endülüs’te raks…
İspanya deyince bazılarının aklına Real
Madrid ve Barcelona gibi dünya futbolunun dev takımları gelse de; benim aklıma
Endülüs, Endülüs deyince de Türk şiirinin zirve isimlerinden biri olan Yahya
Kemal Beyatlı’nın “Endülüs’te Raks”
şiiri gelir. Bu şiir, bizi buram buram maneviyat kokan kadim İslam
şehrine götürür. İşte Üstad’ın o tılsımlı beyitleri:
“Zil, şal ve gül. Bu bahçede raksın
bütün hızı.../Şevk akşamında Endülüs üç defa kırmızı...//Aşkın sihirli şarkısı
yüzlerce dildedir./İspanya neş’esiyle bu akşam bu zildedir.//Yelpaze çevrilir
gibi birden dönüşleri,/İşveyle devriliş, saçılış, örtünüşleri...//Her rengi
istemez gözümüz şimdi aldadır;/İspanya dalga dalga bu akşam bu
şaldadır.//Alnında halka halkadır aşüfte kâkülü,/Göğsünde yosma Gırnata’nın en
güzel gülü...//Altın kadeh her elde, güneş her gönüldedir/İspanya varlığıyla bu
akşam bu güldedir.//Raks ortasında bir durup oynar, yürür gibi;/Bir baş
çevirmesiyle bakar öldürür gibi...//Gül tenli, kor dudaklı, kömür gözlü,
sürmeli.../Şeytan diyor ki, sarmalı, yüz kerre öpmeli...//Gözler kamaştıran
şala, meftun eden güle,/Her kalbi dolduran zile, her sineden: Ole!”(1)
Endülüs’te İslâm medeniyetinin izleri…
Endülüs, İslâm kültürünün sentezlendiği
kadim bir coğrafyadır. Zulme karşı direnişin sembolüdür. O, Avrupa’da kurulmuş
en büyük medeniyetlerden biridir. 711’den 1492’ye kadar İber Yarımadası’nda
hüküm sürmüştür. Sekiz asır hüküm süren bu sıra dışı kadim medeniyet, çağa
altın mührünü vurmuştur. Avrupa, insanî nefesleri buradan soluklanmıştır. Bugün
İspanya’da Endülüs mirasının maddi ve manevî yansımalarını bütün çıplaklığıyla
görürsünüz. İspanyolcadaki Arapça kelimeler, bu uygarlığın köklü izlerinin sese
ve söze ait olanlarıdır. Endülüs,
şahsına münhasır coğrafî, siyasî, sosyal ve kültürel hususiyetleriyle İslam
tarihi içerisinde bambaşka bir yeri ve önemi olan bir bölgenin adıdır.
Endülüs demek, bize bu coğrafyanın
kapılarını ardına kadar açan Târık b. Ziyâd demektir. Bu topraklarda dolaşırken
Müslüman coğrafyasının doyumsuz havasıyla soluklanırsınız. Kendinizi bir
Anadolu şehrindeki gibi huzurlu hissedersiniz. Zira maddi ve manevî
yansımalarıyla Batı Avrupa’da bir İslam atmosferi ve huzur adası inşa
edilmiştir.
Bu topraklar nice şair ve yazarlara
ilham kaynağı olmuştur. Ünlü İspanyol yazar Miguel de Cervantes, anıtlaşmış
eseri olan Don Kişot(Don Quixote)’u Endülüs’ün mümtaz
şehirlerinden sayılan Sevilla(İşbiliye)’da yazılmıştır.
Kurtuba(Cordoba) şehri ve gözü yaşlı Kurtuba Camii…
Günümüzdeki
adıyla Cordoba, nam-ı diğer Kurtuba, Madrid’e yaklaşık 400 km mesafede bir
İslam şehri… Şehir, dümdüz bir araziye kurulmuş. İhtişamlı zamanlarında sekiz
yüz binleri görse de, günümüzde şehrin nüfusu yarıya inmiştir. İbn Hazm, İbn Tufeyl ve
İbn Rüşd gibi edebiyatçı, tarihçi, âlim ve filozoflar bu topraklarda yetişerek
isimleri zamanın göbeğine yazılmıştır. Kurtuba, var oluşundan beri İslam’ın
hüznünü yansıtan ayna olmuştur.
Endülüs
Emevilerinin başkenti Kurtuba’da vaktiyle altı yüz cami bulunmaktaydı. Bunların
en gözdesi ve ihtişamlısı Kurtuba Camii’ydi. Fakat bu cami, 1236’da katedrale
çevrilmiştir. Guadalquivir(Vad’il Kebir) ırmağının kenarındaki bu cami,
dünyanın en büyük ve kadim camilerinden kabul edilir. Bu mabet, en fazla sütuna
sahip olmasıyla da dünyada tektir. Bu görkemli camiin at nalı şeklindeki
mihrabı ve minberi görülmeye değerdir.
Kurtuba Camii
bugün ne kadar görkemliyse, müminlerin secdelerine şahit olamadığı için, bir o
kadar da hüzünlüdür. Elli bin cemaatin aynı anda ibadet edebileceği devasa Kurtuba
Camii’nde, çan kulesine çevrilmiş minareleri görmek, insanın içini acıtıyor. A.
Karakoç’un “Üşüyenler” adlı şiirindeki
“Ezanlar buz tutmuş minarelerde” dizesi, tam da bu acıklı durumu
anlatıyor. Kurtuba Camii, tevhid nidalarını duyacağı kutlu asırların özlemiyle
yanıp tutuşuyor.
Gırnata(Granada), Sevilla(İşbiliye)
ve ötesi…
Gırnata(Granada)’da cümle varlıklar size
sanki gülümser. Zira bu mütebessim şehir, 1492’ye kadar İslâm uygarlığı
dairesinde kalmıştır. Bugün o cadde ve sokaklarda dolaşırken bir İslam şehri
havasını doyasıya hissederek huzur bulursunuz. Buradaki İslâmî mimarî, şehrin
doğu medeniyetine ait olduğunu adeta haykırmaktadır. Hüzün ve coşkuyu en iyi
şekilde yansıtan Flamenko, Granada’yı da içine alan Endülüs’ün dünyaya
armağanıdır.
Prof. Dr. Nazif
Gürdoğan’ın şu tespiti çok doğru ve yerindedir: “İspanya’nın neresine
giderseniz gidin, en güzel yapıların Müslümanların egemenliği döneminde
yapılmış olduğunu görürsünüz. Bu yüzden İspanya’da Hıristiyanların egemenliği
ne kadar sürerse sürsün, Elhamra ve Kurtuba Camii ayakta kaldıkça, kimse
Müslümanların kültür ve sanat seviyesine ulaşamayacaktır.” (Hicaz’dan
Endülüs’e, s. 156)” Doğru söze ne demeli, mükemmel teşhis…
Gerçekten de
Endülüs bölgesinde İslâm’ın buram buram kokusu içimize dolar. Sevilla(İşbiliye)
deyince de ünlü mutasavvıf, İslâm düşünürü ve şâiri Muhyiddin İbn Arabî gelir
akıllara. Bu kıymetli ve kudretli İslâm
âlimi, ilk eğitimini burada tahsil etmiş, uzun süre bu
topraklarda yaşadıktan sonra Şam, Bağdat ve Mekke’ye seyahat etmiştir.
İslâm
şehirleri, insan merkezli medeniyetin mücessem abideleridir. Mekke, Medine ve
Kurtuba bunların en başta gelenidir. Endülüs’ün payitahtı Kurtuba, İslâm
medeniyetinin görkemli izlerini üzerinde gururla taşır. Buradaki mimarî, bu
medeniyetin asaletini tescil eder.
Gemileri yak(tır)an Endülüs fatihi
Târık Bin Ziyâd….
“Gemileri
yakmak” deyimini dilimize kazandıran hadisenin kahramanıdır Târık Bin Ziyâd… O,
Emevîler zamanında, Afrika’nın fethi için vazifelendirilmiş, Mûsa bin Nusayr’ın
azâdlı kölesidir. Târık bin Ziyâd, emrindeki dört gemi ve yedi bin asker ile
711 (H. 92) yılında Endülüs’e hareket etti. Askerler, İspanya’nın güneyinde
gemilerden inip karaya çıktılar. Târık bin Ziyâd, bir rivayete göre bütün
gemileri yaktırdı, sonra da askerlerine şöyle hitap etti: “Ey mücahit kardeşlerim! Görüyorsunuz,
arkamızda deniz, önümüzde düşman var. Artık geriye dönüşümüz kalmadı. Düşmana
saldırıp bu toprakları almadan başka çaremiz yoktur.”
Târık Bin
Ziyâd, düşmana elçi göndererek onları İslam’a davet etti. Bu teklifi kabul
görmeyince, şiddetli bir savaş başladı. Târık Bin Ziyâd zorlu bir savaştan
sonra, kral Doderiche’ye ulaşarak, bir kılıç darbesiyle onu yere serdi.
Endülüs fatihi
Târık Bin Ziyâd, cesur, güçlü ve dirayetli bir komutandı. Aynı zamanda çok
yetenekli bir hatipti. Sebte’den gemilerle İspanya’nın en güneyindeki Calpe
bölgesine ulaşan Târık, karargâhını burada kurduğu için, iki kıtanın birbirine
yaşlaştığı Cebelitârık, ismini ondan almıştır. Endülüs İslâm medeniyeti, bu
gözü pek kahramana çok şey borçludur.
İslâm medeniyetinin şaheseri: El-Hamra
Sarayı…
İspanya’da Endülüs İslâm Devletini kuran
Müslümanlar, bu ülkede pek çok sanat eseri de meydana getirdiler. Bunların
başında, 1232’de yapımına başlanan El-Hamra Sarayı gelmektedir. El-Hamra, İslam
mimarisinin Batı dünyasında en bilinen örneğidir. Burası İslam mimarisinin
gurur abidesidir. ‘Kızıl’ anlamına gelen “el-hamrâ” sıfatı, inşaatta kullanılan
kil harcın kızıla çalan rengi sebebiyledir. Bu saray, tarih boyunca birçok
tahribata maruz kalsa da, mevcut haliyle dimdik ayaktadır. Avrupa’daki engizisyon zulmüne karşı,
İslam’ın gülen yüzünü temsil etmektedir. Ayakta kalan İslâm saraylarının,
tartışmasız, en şöhretli olanıdır.
El-Hamra Sarayı, Gırnata şehrine ve
Darro Nehri’ne bakan, hâkim bir konumdadır. Arap Dünyası Enstitüsü eski Başkanı
Edgar Pisani, Elhamra'yı bakın ne de güzel anlatır:
“Endülüs
İslam sanatını, Müslüman İspanya tarihinden ayrı düşünmek imkânsızdır...
Elhamra inşâ edilirken hiçbir şey tesadüfe bırakılmamış, her detay itina ile
hesaplanmıştır. Kavislerin bölünüşünde, tek ve çift sütunların hoşa geden bir
tarzda yerleştirilmelerinde, kapı ve pencere yerlerinin tespitinde bunu anlamak
mümkündür. İşte bu sayede harikulâde perspektifler ortaya çıkmış, avlularla
açık salonlar arasında güneş ışığı, suların akışı ve gölgelerin oyunu
buluşturularak, dış âlemle inanılmaz bir uyum ve zarafet sağlanmıştır. Bu,
sanki el değince kırılıp dökülecek hissi veren yüksek bir zarafettir.
Elhamra’yı gerçekten anlamak için, sarayın içindeki pek çok kitabeyi anlayarak
okumak gerekir. Kur’an’dan alınan ayetlerin ve İbn-i Zamrak’la diğer Müslüman şairlerin
mısralarının kazınmış olduğu bu kitabeler bazı duvarları tamamen kaplamakta,
kemerler, kapı çerçeveleri ve sütun tekneleri boyunca uzayıp gitmektedir. Öyle
ki, bu yazıları süsleme motiflerinden ayırmak neredeyse imkânsız haldedir.
Evet, Elhamra konuşur. Hem de kutsal kitabının sesiyle konuşur.”(2)
Dipnotlar: 1.
Kendi Gök Kubbemiz, Yahya Kemal Beyatlı, İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları,
İstanbul 1961
2. tr.wikipedia.org/wiki/El_Hamra_Sarayı