Ana-Beyit
mezarlığının bir efsanesi, Juan-Juanlar'ın bozkırı işgal ettikleri çağlara dayanan
bir hikâyesi vardı .San-Özek'i işgal eden Juan-Juanlar tutsaklara korkunç işkenceler
yaparlarmış. Bazen de onları komşu ülkelere köle olarak satarlarmış. Satılanlar
şanslı sayılırmış, çünkü bunlar bazen bir fırsatını bulup kaçar, ülkelerine
dönerek Juan-Ju anlar'ın yaptığı işkenceleri anlatırlarmış.
Ama
asıl işkenceyi, genç ve güçlü oldukları için satmadıkları esirlere yaparlarmış.
insanın hafızasını yitirmesine, deli olmasına yo açan bir işkence usulleri
varmış. Önce esirin başını kazır saçları tek tek kökünden çıkarırlarmış. Bunu
yaparken usta bir kasap oracıkta bir deveyi yatırıp keser, derisini yüzermiş.
Derinin
en kalın yeri boyun kısmı imiş ve oradan başlarmış yüzmeye. Sonra bu deriyi
parçalara ayırır, taze taze esirin kan içinde olan kazınmış başına sımsıkı
sararlarmış .Böylece sarılan deri, bugün yüzücülerin kullandığı kauçuk başlığa
benzermiş. Buna "Deri geçirme işkencesi" derlermiş.
Böyle
bir işkenceye maruz kalan tutsak ya acılar içinde kıvranarak ölür, ya da hafızasını
tamamen yitirir, ölünceye kadar geçmişini hatırlamayan bir mankurt, yani
geçmişini bilmeyen bir köle olurmuş. Bir devenin boynundan beş-altı kişinin
başını saracak deri çıkıyormuş.
Bundan
sonra tutsağın boynuna, başını yere sürtmesin diye, bir kütük ya da tahta kalıp
bağlar, yürek parçalayan çığlıklar duyulmasın diye uzak, ıssız bir yere
götürürler, elleri ayakları bağlı, aç, susuz, yakan güneşin altında öylece
birkaç gün bırakırlarmış. Bu tutsaklar birer mankurt olmadan yakınları bir
baskın düzenleyip onları kurtarmasın diye, yanlarına gözcüler koyarlarmış.
Açık
bozkırda her taraf kolayca görüldüğü için gizlice gelip baskın yapmak kolay
olmazmış. , Juan-Juanlar'ın bir tutsağı mankurt yaptıkları duyulur, öğrenilirse
, artık onu en yakınları bile gerek zorla, gerek fidye vererek kurtarmak
istemezlermiş. Çünkü bir mankurt, vücuduna saman doldurulmuş bir korkuluktan,
bir mankenden farksız olurmuş onlar için.
Bununla
birlikte, bir defasında, adı tarihe Nayman Ana olarak geçen bir göçebe kadın,
oğlunun başına gelenlere dayanamamış, onu kurtarmak istemiş. Efsane böyle
anlatır. Ana-Beyit mezarlığının adı da buradan gelir. "Ana-Beyit"
'ana barınağı, ana huzuru' demektir. San-Özck'in kızgın güneşine 'mankurt' olmaları
için bırakılan tutsakların çoğu ölür, beş-altı kişiden ancak bir ya da ikisi
sağ kalırmış.
Onları
öldüren açlık ya da susuzluk değil, başlarına geçirilen soğumamış deve
derisinin güneşte kuruyup büzülmesi, başlarını mengene gibi sıkıp dayanılmaz
acılar vermesiymiş. Bir yandan deve derisi büzülüyor, bir yandan da kazınan
saçlar büyüyüp başına batıyormuş. Asyalılar'ın saçları fırça gibi sert olur
zaten. Kıllar üste doğru çıkamayınca içeri doğru uzar ve diken gibi batarmış.
Bu
dayanılmaz acılar sonunda tutsak ya ölür ya da aklını, hafızasını yitirilmiş.
Juan-Juanlar işkencenin beşinci günü, 'sağ kalan var mı?'diye gelip
bakarlarmış. Bir teki bile sağ kalmışsa, amaçlarına ulaşmış sayarlarmış
kendilerini. Hafızasını yitirmiş tutsağı alır, boynundaki kalıbı çıkarır, ona
yiyecek içecek verirlermiş.
Köle
zamanla kendine gelir, yeyip içerek gücünü toplarmış. Ama o bir mankurt imiş
artık ve böyle bir köle, pazarlarda, güçlü-kuvvetli on tutsak değerinde
sayılırmış. Hatta Juan-Juanlar arasında bir gelenek varmış ki buna göre, aralarında
çıkan bir kavgada bir mankurt öldürülürse, bunun için ödenecek bedel, hür bir
insanın ölümü için ödenecek bedelden üç kat fazla olurmuş.
Bir
mankurt kim olduğunu, hangi soydan, hangi kabileden geldiğini, anasını, babasını,
çocukluğunu bilmezmiş. insan olduğunun bile farkında değilmiş. Bilinci, benliği
olmadığı için, efendisine büyük avantaj sağlarmış. Ağzı var, dili yok, itaatli
bir hayvandan farksız, kaçmayı düşünmeyen, bu yüzden de hiç tehlike arz etmeyen
bir köle imiş. Köle sahibi için en büyük tehlike, kölenin başkaldırması, kaçmasıdır.
Ama mankurt ,isyanı, itaatsizliği düşünemeyen tek varlıkmış. Efendisine köpek
gibi sadık, onun sözünden asla çıkmayan, başkalarını dinlemeyen, karnını
doyurmaktan başka bir şey düşünemeyen bir yaratık..
En
pis, en güç işleri, büyük sabır isteyen çekilmez işleri gık demeden yaparlarmış.
San-Özck'in ıssız, engin, kavurucu çöllerine ancak bir mankurt dayanabileceği
için, buralarda deve sürülerini gütme işi onlara verilirmiş. Böyle yitik
yerlerde, bir mankurt birkaç kişiye bedelmiş. Yanına yiyeceğini, içeceğini
verince, kış demeden, yaz demeden, o ilkel hayata dönüşten dolayı sızlanmayı
düşünmeden kalabilirmiş bozkırda.
Onun
için önemli olan tek şey efendisinin emirlerini yerine getirmekmiş. Açlıktan
ölmemesi için yiyecek, donmaması için eski-püskü giyecek verdiniz mi, başka bir
şey istemezmiş... Bir tutsağın içine korku salmak için ona kafasının uçurulacağını
ya da başka bir yerinin kesileceğini bildirmek; onun hafızasını silme, son
nefesine kadar taşıyacağı ve başkalarının anlayamayacağı yegâne kazancı olan
bilincini kökünden yok etme cezası yanında hiç kalır.
işte,
göçebe Juan-Juanlar, o kısa tarihlerinde, insanın bu gizli özüne kastetmek gibi
en büyük vahşet örneğini çıkardılar. Tutsakların yaşayan anılarını elinden
almak usulünü bulmakla, insanlığa karşı en korkunç cinayeti işlemiş oldular. işte
Nayman Ana oğlunun mankurt olduğunu öğrenince, dayanılmaz bir acı ve umutsuzluk
içinde, aşağıdaki ağıtı bunun için yakmıştı:
-
"Oy balam, oy!
Hafızan
kökünden sökülüp alınanda.
Başına
sardıkları deve derisi ,
kuruyup
büzülerek ceviz kırar gibi beynini sıkıştıranda,
o
çember gözlerini kanlı yaşla dolduranda,
Sarı
Özek'in dumansız ateşinde cayır cayır yananda,
ölüm
susuzluğundan çatlayan dudaklarına bir damlacık yağmur düşmedi!
Oy
balam, oy!
Can
balam oy!
Yeryüzüne
hayat veren güneş,
senin
için kapkara bir yıldız oldu da bir damla ışık vermedi!
Ondan
nefret etmedin mi
oy
balam oy!
Can
balam oy!.
"Acı
çığlıkların bozkırda yankı yankı yayılanda,
gece-gündüz
Tengri! deyip
yana-yakıla
gökyüzü boşluğuna seslendiğinde,
dayanılmaz
acılarla kıvrananda,
kusmukların,
pisliklerin, sidiklerin içinde boğulanda,
oy
balam oy,
vücudun
yıkılıp üzerine sinekler üşüşende,
yavaş
yavaş aklını yitirip gittiğinde,
hepimizi
yaratıp sonra da kendi hâlimize salıveren Teng-ri'ye
son
gücünü toplayıp isyan etmedin mi?
Oy
balam oy!
Can
balam oy!
"işkenceyle
sakatlanan aklını
karanlığın
örtüsü yavaş yavaş kapladığında,
zorla
elinden alınan hafızan
geçmişle
bağlantısını koparanda,
öz
ananı dağ dibinden akan
ve
kıyısında oyun oynadığın derenin şırıltısını,
kendi
adını, babanın adını,
sana
utana utana bakarak gülümseyen kızının adını,
aralarında
büyüdüğün
bacı-kardeş,
hısım-yoldaş herkesin
hayali
gözünde silinende,
seni
karnında taşıyıp
bu
günleri göstermek için doğuran anana
kargışlar
okumadın mı?
Oy
balam, oy!
Can
balam, oy!.."
Bu
efsane, Juan-Juanlar'ın güney-doğu Asya sınırlarından sürülünce, kuzeye akın
ederek San-Özck'i ele geçirdikleri zamana aittir. Buraya geldikten sonra
topraklarını genişletmek ve köle toplamak için ardı arkası kesilmeyen savaşlar
yaptıkları dönemle ilgilidir.
İlk
zamanlarda pek çok tutsak almışlar. Bunların arasında kadınlar ve çocuklar
çokmuş ve hepsi köle yapılmış. Zamanla direniş başlamış, yerliler toplanıp
silahlanmış, bir ordu kurmuşlar, savaşmışlar. Ama Juan-Juanlar sürülerini
beslemeye çok elverişli olan Sarı-Özek bozkırlarını terkelmemişler, buraya
iyice yerleşmek için saldırılarını daha da arttırmışlar.
Topraklarının
elden çıkmasına razı olmayan yerliler de yabancıları ülkelerinden sürüp
çıkarmayı hak ve görev saydıkları için savaşlar sürüp gitmiş. Bazen bunlar
kazanmış, bazen onlar.. Savaşsız, sessiz dönemler de oluyormuş bazen.
İşte
bu savaşsız dönemlerin birinde, Naymanlar'ın ülkesine bir tüccar kervanı
gelmiş. Bu tüccarlar çay içerken, çevresinde Juan-Juanlar'ın oturduğu kuyuların
yanından geçtikleri sırada deve sürüsü güden genç bir çobanla karşılaştıklarını
söylemiş ve gördüklerini anlatmaya başlamışlar.
Çobanla
konuşmak isteyen tüccarlar onun bir mankurt olduğunu hemen anlamışlar. ilk
bakışta sağlıklı biri gibi görünüyormuş, onun bir mankurt olduğu, başına böyle
bir felâket geldiği hiç belli değilmiş. Bıyıklan yeni terlemiş, oldukça
yakışıklı bir genç imiş. Daha önce akıllı, konuşkan olduğu da besbelliymiş.
Ama, yeni doğmuş gibi, hiçbir şey bilmiyormuş. Ne kendisinin adını biliyormuş,
ne anasının, ne babasının adını. Juan-Juanlar'ın ona yaptıklanra da hiç
hatırlamıyormuş. Sorulan her soruya ya evet, ya hayır diyor, ya da hiçbir şey
söylemiyormuş.
Başına
sımsıkı yapıştırdığı şapkasını da hiç çıkarmıyormuş. Çok ayıp, çok acı bir şey
olsa da, insanlar bazen sakatlarla alay etmekten hoşlanırlar. Tüccarlar, bazı
mankurtların başındaki deve derisinin kendi derisine çıkmamasıya yapıştığını
bildiklerinden, onunla gülüp alay etmeye başlamışlar.
Böyle
bir mankurta "Gel başını buharlayalım da o deve derisini koparalım"
demekten daha korkutucu bir şey olmazmış. Bu sözü duyan mankurt yaban ayısı gibi
tepinir, kafasına kimseyi dokundurmazmış.
Konuk
tüccarın anlattıklarına göre bir mankurt ne kadar sarsak olsa da, işini çok iyi
yapıyormuş, tüccarların kervanı onun otlattığı develerden uzaklaşıncaya kadar
gözlerini onlardan ayırmamış.
Gidecekleri
sırada tüccarlardan biri ona takılmak için:
-
Uzun yola gidiyoruz, çok yer göreceğiz, selâm göndereceğin biri, meselâ bir
yavuklun var mı? demiş. Nerde yavuklun? Haydi, utanma, söyle. işitiyor musun?
Belki bir mendil verirsin, ona götürürüz.
Mankurt
tüccara uzun uzun baktıktan sonra şöyle demiş: .
-
Her gün ben Ay'a bakarım, o da bana bakar. Birbirimizi işitmeyiz. Ama
biliyorum, orada oturan biri var... Çadırda tüccarları dinleyenler arasında,
onlara çay veren bir kadın varmış. Nayman Ana imiş bu.
San-Özek
efsanesinde kadının adı böyle geçer. Nayman Ana konuk tüccarlara hiçbir şey
belli etmemiş. Anlattıkları olayın onu nasıl etkilediğini hiçbiri anlayamamış.
Kadın, sorular sorup daha fazla bilgi almak istiyormuş ama, bir yandan da daha
fazlasını öğrenmekten korkuyormuş.
Bu
yüzden dilini tutmuş, yaralı bir kuşun çığlığı gibi içinde doğan acı sesi
bastırabilmiş. Bu sırada sohbet konusu değişmiş, kimse zavallı mankurttan söz
etmiyormuş artık. Dünyada böyle şeylere rastlanır, diye düşünmüş olsalar gerek.
Ama Nayman Ana hâlâ vücudunu saran korkuyu atmaya, ellerinin titremesini
gizlemeye, içinde çığlık atan o kuşu boğmaya çalışıyormuş.
Yas
için bağladığı ve nice zamandır herkesin görmeye alıştığı ağarmış saçlarını
örten yağlığı biraz daha indirmiş alnına. Az sonra kervan yoluna koyulmuş. O
gece gözlerine uyku girmeyen Nayman Ana, San-Özek bozkırında çobanlık eden bu
mankurtu bulmadan, onun kendi oğlu olup olmadığını öğrenmeden asla rahat
edemeyeceğini anlamış.
Uzun
zamandan beri oğlunun savaş meydanlarında ölmediği, yine uzun zamandan beri
kimseye söyleyemediği bir his, bir sezgi varmış içinde. işte bu korkunç düşünce
yine uyanmış onun ana yüreğinde. Bir an için, böyle kemirici bir şüphe, böyle
büyük bir korku ve acı içinde yaşamaktansa, oğlunu iki defa gömmesi daha iyi
olurdu herhalde...
Oğlunun
Sarı-Özek'te, Juan-Juanlar'la yapılan bir savaşta öldüğü söylenmişti. Kocası
ise bundan bir yıl önce yapılan bir savaşta ölmüştü. Kocası, Naymanlar arasında
ün yapmış, sevilen, sayılan bir adamdı. Onun ölümünden sonra yapılan ilk
savaşa, babasının öcünü almak için oğlu da katılmış. Ölenleri asla savaş
meydanında bırakmazlarmış ama, bu defa onun oğlunun ölüsünü getirmek mümkün
olmamış.
Arkadaşları
çarpışma sırasında, birçokları, delikanlının vurulup atının yelesine abandığını
görmüş. Onu almak istedikleri zaman savaş gürültüsünden korkuya kapılan at
hızla kaçmaya başlamış. Derken delikanlı da yuvarlanmış attan. Yuvarlanmış ama
yere düşmemiş, ayağı üzengiye takılı kalmış, iyice korkuya kapılan at, ölü binicisini
sürükleyip götürmüş uzaklara.
Paniğe
kapılan at aksi gibi düşman safına doğru kaçmış. Kıyasıya savaş sürerken
delikanlının iki arkadaşı onun ölüsünü kurtarmak için atın peşinden gitmişler. Ama,
örgülü saçlı Juan-Juan allıları derede pusu kurmuş onlara. Sonra, ansızın çıkıp
naralar atarak saldırmışlar.
Naymanlar'dan
biri okla vurulup ölmüş, öbürü de ağır yaralanmış ve atının gemini çevirip geri
kaçmak zorunda kalmış, arkadaşlarının yanına gelince de devrilmiş atından.
Naymanlar,
pusudaki Juan-Juanlar'ın savaşın en kızgın zamanlarında kanattan baskın
yapacaklarını o zaman anlamışlar ve yeniden toparlanıp hücuma geçmek için geri
çekilmişler. O sırada Nayman Ana'nın oğlunun başına gelenler unutulmuş. Onun
ölüsünü almak için giden, sonra da ağır yaralanıp geri dönen Nayman, ölüyü
sürükleyen atın bilinmeyen bir yöne gidip gözden kaybolduğunu söylemiş
onlara...
Birkaç
gün sonra Naymanlar savaş meydanına gidip gencin ölüsünü aramışlar. Ama ne
ölüsünü bulmuşlar, ne atını, ne silahını, ne de herhangi bir izini.. Onun
öldüğünden kimsenin şüphesi kalmamış. Savaş sırasında ölmeyip sadece yaralanmış
olsa bile, kan kaybından ya da susuzluktan çoktan ölmüş olacağını düşünmüşler.
Böylece,
onun ölüsünü aramaya, ondan bir iz bulmaya gidenler, elleri boş dönünce,
delikanlının San-Özek bozkırında kefensiz, mezarsız yattığını düşünerek
ağlamışlar. Onu bu halde bıraktıkları, yitirdikleri için utanç duyuyorlarmış.
Nayman Ana'nın çadırında, onunla birlikte ağlaşan kadınlar ağıt yakarken bir
yandan da kocalarını, erkek kardeşlerini yeriyor, suçluyorlarmış:
-
Akbabalar vücudunu didik didik etti,
çakallar
alıp götürdü,
siz
de kendinize erkek diyorsunuz!
toprağınız
yere batsın!..
O günden sonra Nayman Ana için dünya bomboş
kalmış, günleri acılarla dolu olarak geçmeye başlamış.
Bir
yiğidin savaş meydanında vurulup ölmesini anlıyor, ama onun bir kefene sarılmadan,
bir mezara gömülmeden orada bırakılmasını kabul edemiyor, dövünüyormuş. Rahatı,
huzuru kalmamış. Üzüntüler ve kara kara düşünceler ana yüreğini parça parça
ediyormuş. Derdini kimselere açamıyor, içini kimselere dökemiyormuş.
Allah'tan
başka başvuracağı kimse kalmamış. Bu kara düşüncelerden, dayanılmaz acılardan
kurtulmak için, işin doğrusunu anlamak, çocuğunun ölüsünü gözleriyle görmek
istiyormuş kadıncağız. Eğer gerçekten ölmüşse, kaderi böyleymiş diyecek, olanı
kabullenecekmiş.
Onu
en çok şüpheye düşüren, oğlunun atının hiçbir iz bırakmadan yok olmasıymış.
Hayvan
vurulmamış, yıkılmamış, ürkmüş ve bir yerlere kaçıp gitmişti. Bütün yılkı
atları gibi onun da bir gün sürüye dönmesi ve üzengisine takılan binicisini
sürükleyip getirmesi gerekirdi, diye düşünüyormuş. Çocuğunun ölüsünü böyle
görmeye de razıymış.
Ne
yazık ki oğlunun ölüsü bulunmamış, bindiği at geri gelmemişti. Kabilenin öbür
insanları zamanla olayı unutmuşlardı ama oğlunu unutamayan ananın acıları
dinmiyor, şüpheler aklından çıkmıyordu. Ata ne olmuştu. Silahlar ne olmuştu?
Bunlardan birini bulsa, oğlunun başına gelenleri de tahmin edebilirdi.
Koşa
koşa gücünü yitiren atı, Juan-Juanlar yakalamış olabilirlerdi. Koşumlu bir at
da iyi bir ganimet sayılırdı çünkü. Atı yakalayanlar üzengide sürüklenen oğlunu
ne yapmışlardı? Onu görmüşler miydi yoksa kurda kuşa yem olsun diye çöle mi
atmışlardı? Eğer bir mucize olmuş da ölmemişse, onlar mı öldürmüş ve acısına
son vermişlerdi? Yoksa, öylece bırakmışlar mıydı?
Bu
sorular, bu şüpheler hiç çıkmamıştı Nayman Ana'nın aklından. Bozkıra gelen tüccarlar
çaylarını içerken, yolda bir mankurta rastladıklannı söyleyince işle bu
acılarla yaşayan Nayman Ana'nın yüreğine yeni bir kıvılcım düşüldüklerinin farkında
değillerdi.
O
günden sonra o mankurtun kendi oğlu olabileceği düşüncesi aklından çıkmadı. Bu
mankurtu bulmadan, onun kendi oğlu olup olmadığını ansımadan rahat
edemeyecekti. Naymanlar'ın yaylakları olan dağ eteklerinde, taşlı-çıngıllı
küçük dereler akardı. Nayman Ana bütün gece o derelerin şarıltısını dinledi.
Onun
tedirgin, allak-bullak olmuş ruh haliyle taban tabana zıt bu şırıltılar ona ne
mırıldanıyor, ne anlatıyordu? Ruhu yatışmalı, huzur bulmalıydı artık.
Sarı-Özck'in mutlak sessizliğine dalıp gitmeden önce, o monoton berrak
şarıltıyı doya doya içer gibi kulaklarına doldurmalı, yüreğini serinletmeliydi.
Kimse
anlamazdı onu."Çoktan ölmüş olan bir insanı aramak için çöllere düşülür
mü?" derlerdi. Büyük bir tesadüf eseri olarak sağ kalmış olsa bile onu
aramak yine anlamsızdı. Çünkü bu takdirde onu mutlaka mankurt yapmışlardı ve
bir mankurt, dışı insan içi saman bir korkuluk idi. Geçmişini bilemezdi...
Nayman
Ana, karar verdiği yolculuğa başlamadan, o gece birkaç defa çadırdan çıktı,
çevresine kulak verip dinledi, ufaktan süzdü düşüncelerini ,derleyip
toparlamaya çalıştı. Vakit geceydi .Bulutsuz gökyüzünde parlayan Ay, süt rengi
soluk ışığını yeryüzüne yayıyordu. Dağın eteğine serpilmiş beyaz yurtlar
(çadırlar), şırıltılı derelerin kıyısında gecelemek için konmuş iri kuş
sürülerini andırıyordu.
Avılın
(köyün) ötesinde koyun ağılları vardı. Daha da ileride yılkıların otladığı
vadilerden köpek havlamaları ve bazı anlaşılmaz insan sesleri duyuluyordu.
Nayman Ana'yı en çok duygulandıran, avıl yakınında koyun sürülerini bekleyen
genç kızların yanık türküleri oldu.
Bir
zamanlar o da söylemişti bu türküleri... Buraya gelin geldiğinden beri her yaz
tam bu bölgede yaylaya çıkarlardı ve şimdi o yıllan da hatırlıyordu. Bütün
gençliği, bütün ömrü burada geçmişti. Aileleri büyüdükten sonra dört yurt
kurmaya başlamışlardı burada.
Birinde
yemek pişirilir, mutfak olarak kullanılırdı. ikincisinde yemek yerlerdi. Diğer
ikisi de oturmak, yatmak içindi. Sonra Juan-Juanlar'ın istilası başlamıştı ve o
yapayalnız kalmıştı...
Yol
için gerekli hazırlığı akşamdan yapmıştı. Yiyecek ve gereğinden fazla su almıştı
yanına. San-Özek bozkırında belki kuyuya rastlayamaz, susuz kalabilirdi. Onun
için iki tulumu ağzına kadar doldurmuştu. Üzerine bineceği dişi deve Akmaya'yı
da hazırlamıştı ve hayvan ileride bir kazığa bağlı olarak bekliyordu. Bu deve
onun hem yoldaşı, hem umudu olacaktı. Ona güveniyordu.
Akmaya
gibi güçlü ve hızlı yürüyen bir devesi olmasa, o ıssız, o engin bozkır
yolculuğuna nasıl çıkabilirdi? O yıl Akmaya gebe değildi. Üst üste iki yavrudan
sonra kısır kalmıştı ve gücünün doruğunda bulunuyordu. Sağlam, uzun bacaklı,
çevik, kıvrak yürüyüşlü, çift hörgüçlü idi. Hörgüçleri kaya gibi sağlamdı. Ağır
yük taşımaktan ya da kocamışlıktan tabanları aşınmış değildi.
Uzun,
güçlü boynu, zarif bir başı, soluk aldıkça kelebek kanadı gibi açılıp kapanan
burun delikleri ile, beyaz renkli Akmaya bir sürüye bedeldi. Herkes imreniyordu
ona. Ona sahip olmak, onun cinsinden develer üretmek için on tane genç deve
vermeye hazır olanlar vardı. Nayman Ana'nin eski zenginliğinden kala kala bu
dişi deve kalmıştı elinde.
Bütün
malını mülkünü ölen yakınlarının kırkıncı gün yemeklerinde, daha sonra da
kocası ve oğlu için verilen yas şölenlerinde harcamış, elindeki avucundaki
savrulup gitmişti. Şimdi, sezgilerle ve dayanılmaz acılarla aramaya çıkacağı oğlu
için de, bir süre önce büyük bir anma şöleni düzenlemiş, yöredeki bütün
Naymanlar'ı davet etmişti...
Şafak
sökerken Nayman Ana çadırından çıktı. Yolculuk için bütün hazırlığı tamamdı.
Eşikten bir adım atınca durdu. Sırtını kapıya yaslayarak, düşüncelere daldı.
Nayman Ana, gençliğini yitirmiş olsa da güzelliğini henüz yitirmemişti. ince,
uzun boylu, sağlam yapılı idi. Uzak yol için uygun düşecek şekilde giyinmişti.
Ayaklarna
çizmelerini çekmiş, beline kuşağını bağlamış, entarisinin üzerine bir yelek
geçirmiş, geniş bir şalvar giymiş, sırtına bir manto atmıştı. Başına ak bir
yazma dolamış, uçlarını ensesinden bağlamıştı. Bu ak yazmayı geceleyin
düşüncelere daldığı sırada bağlamaya karar vermişti. Madem ki oğlunun
yaşadığını ümit ediyordu, öyleyse kara yazma bağlaması gerekmezdi.
Eğer onun yaşadığından ümidini keserse, kara yazmasını yeniden bağlar ve bir daha hiç çıkarmazdı başından.
Sabahın
alaca karanlığı ağarmış saçlarını, derin acıların izleri olan alnındaki
kırışıkları göstermiyordu henüz. O anda gözleri doldu, derin bir ah çekti. Bir
gün böyle bir durumla karşılaşacağı aklına gelir miydi? Kendini toparladı,
fısıltı hâlinde "Eşhedüen lâ ilahe illallah!".dedi Bundan sonra
kararlı adımlarla devesine doğru yürüdü ve onu ıhtırdı, elindeki heybeyi
hayvanın sırtına attı ve kendiside üzerine oturdu.
Akmaya
tekrar doğruldu ve sahibini tâ yukarıya kaldırarak yürümeye hazırlandı. Uzun
bir yola çıkacaklarını o da anlamıştı... Nayman Ana'ya ev işlerinde yardım eden
eltisinden başka, avılda onun yola çıktığını gören, bilen olmadı. Nayman Ana,
esneye esneye kalkan eltisine bir gün önce kendi akrabalarına, oradan da,
kendisiyle birlikte gelmek isteyen olursa, Kıpçak ülkesindeki evliya Yesevi dedenin
türbesini ziyarete gideceğini söylemişti.
Yola
böyle erkenden ve kimseye görünmeden çıkışının sebebi, soru yağmuruna
tutulmaktan kurtulmak idi. Avıldan çıktıktan sonra devesinin başını San-Özek'e
çevirdi. Önünde hareketsiz bir boşluk gibi uzanan engin San-Özek'e... Bu
yerlerde trenler doğudan batıya, batıdan doğuya gider gelir .
Bu
yerlerde demiryolunun her iki yanında, ıssız, engin, sarı kumlu bozkırların
özeği Sarı-Özek uzar giderdi.. Coğrafyada uzaklıklar nasıl Greenwich
meridyeninden başlıyorsa, bu yerlerde de mesafeler demiryoluna göre
hesaplanırdı. Trenler ise doğudan batıya, batıdan doğuya gider gelir , gider
gelirdi…
Ak
deve Akmaya, inler gibi hafif ve monoton bir ses çıkararak, ayaklarını belli
belirsiz bir hışırtıyla yere dokundurarak, uçsuz, bucaksız bozkırın düzünde
bayırında, günlerden beri yürüyor, yürüyordu... Nayman Ana, bu kavurucu ıssız
topraklarda devesinin daha fazla yavaşlamasına izin vermeden sürüyor, pek nadir
olarak karşılarına çıkan bir kuyu başında ve ancak geceleri duruyor, sabah olur
olmaz devam ediyordu yoluna...
San-Özck'in
sayısız tümseklerinden birinin ardında büyük bir deve sürüsüyle karşılaşacağı
ânı bekliyordu kadın. iki günden beri, kırmızı kumlu geniş Malakumduçap
vadisinin yakınında idi. Avıla gelen tüccarların, büyük bir deve sürüsünü güden
mankurtla karşılaştıklarını söyledikleri yer burasıydı.
Kilometrelerce
uzanan Malakumduçap vadisinin çevresinde iki günden beri umutla dolanıyor, bir
yandan da Juan-Juanlar'la karşılaşmaktan korkuyordu. Aradı, taradı ve yalnız
uzayıp giden bozkırı gördü. Bozkır ve serap... Bir defa, kıvrım kıvrım yanan
bir yolun ilerisinde koca bir şehir gördü. Camileri, minareleri, kale surları
gibi yüksek duvarları vardı bu şehrin.
Büyük
bir umuda kapıldı. Akmaya'yı hızlandırdı. Oğlunu belki orada bir köle pazarında
bulabilirdi. Onu alır, Akmaya'ya bindirir, köyün yolunu tutarlardı. Akmaya öyle
koşardı ki kimse yetişemezdi arkalarıdan.. Ne yazık ki, bir seraptı bu! Çöl
yolculuğu ağır ve yorucudur ve bu yüzden sık sık böyle aldatıcı hayaller görür
insan.
Elbette,
San-Özck çölünde bir adam arayıp bulmak hiç de kolay bir iş değildi. Ama bu
adamın etrafında, geniş düzlüğe yayılmış büyük bir deve sürüsü varsa, iş
kolaylaşır. İnsan er-geç bu develerden birini görür. Sonra bütün sürüyü, sonra
çobanını... işte Nayman Ana'nın umudu, güveni bu idi. Ama Nayman Ana sürünün ne
kendisine rastlıyordu ne de izine. içine bir korku düştü.
Ya
sürü başka bir otlağa gitmişse? Ya Juan-Juanlar develerini satmak için Hive ya
da Buhara gibi şehirlerin pazarlarına göndermişlerse?.. Eğer sürüyü satmak için
götürmüşlerse, mankurt çoban o kadar uzaktan geri dönebilir miydi? Köyden
çıkarken, kaygılar, şüphelerle yanıp tutuşurken, tek avuntusu vardı: Çocuğunu
sağ olarak görsün de nasıl görürse görsün.
İster
mankurt olsun, ister her şeyi, bütün geçmişi unutmuş olsun, yeter ki sağ olsun,
yaşıyor olsun.. Bu kadarına da razıydı.
Ama
şimdi, San-Özek bozkırında, aradığı çobanı bulabileceği yere yaklaştıkça,
beyinsiz, deli bir yaratıkla karşılaşmaktan korkmaya, rastlayacağı böyle bir
çobanın kendi oğlu olmaması, başka bir zavallı olması için Tanrı'ya dua etmeye
hazırdı. Şimdi bu mankurtu, gözleriyle görüp, oğlunun yaşadığı şüphesini
kafasından atmak istiyordu.
Onu
kendi gözleriyle gördükten sonra evine dönecek, bir daha kendine işkence
etmeyecek, ömrünün geri kalan bölümünü, kaderine razı olarak sessizce
geçirecekti...
Gün
Olur Asra Bedel
Cengiz
Aytmatov