Şairin
"Cennet Vatan" diye vasıflandırdığı güzel Anadolu üzüntü çığlıkları
içinde bırakılmış ve düşman; tarihin kaydetmeye muvaffak olamayacağı bir
vahşeti Anadolu insanına reva görmüştü. Yıl 1922, günler sanki kan kusuyordu,
doğan güneş soluk, ortaya çıkan sabah ise çirkin ve buruktu.. Yunan ordusu
bitmez tükenmez vahşetini kusuyor. Anadolu yeniden kanla sulanıyordu.
İstiklâl
fikri nasır gibi yerleşmişti her Türk'ün beynine, çiftini, çubuğunu bırakan
herkes, eline silâhını almış, istiklâl için savaşıyordu. Günlerden 21
Ağustos'tu, Abdullah'ı yine uyku tutmamıştı, zaten uyku tutsa bile sayıklamaya
başlıyor, gözleri önünde öldürülen bacısı rüyasına giriyor, lime lime
doğradıkları babasının haykırışı hala hafızasında.
Akviran
köyü alevler içinde .Sanki bütün evler ve insanlar hep bir ağızdan
"İntikam.. İntikam" diye haykırıyorlardı .Kabus gibi bir rüyadan
uyandı.. Sabah olmak üzereydi, gecenin siyahlığı, sabahın renginden bir şeyler
almış ve rengini kaybetmeye başlamıştı.
Abdullah
bir ayak sesi işitti, gelen eski elbiseler içindeki asker, kendisini Selim
Çavuş'un çağırdığını söyledi. Abdullah hemen yerinden doğruldu, doğruca Selim
Çavuş'un huzuruna gitti. Odaya girdiğinde içerde üç kişinin daha bulunduğunu
gördü, selâm verdi ve :
—
Beni emretmişsiniz Çavuşum., dedi.
Selim
Çavuş, bıyıkları bile terlememiş genci şöyle bir süzdükten sonra :
—
Evet gel oğlum Abdullah..
Selim
Çavuş çantayı açtı, içinden bir çok plan ve krokiler çıkararak :
—
Size çok önemli bir vazife vereceğim, dedi.
Dördü
birden :
—
"Buyurunuz Çavuşum." diyerek ona itaat edeceklerini vaat ettiler.
Selim
Çavuş düşmanın silâh depolarının planını duvara astı ve planın üzerinde gerekli
açıklamayı yaptıktan sonra, gözyaşlarını tutamıyarak :
—
'Bu vazife ölüm demektir. İçinizden birinizin bu vazifeyi üzerine almasını
istiyorum. Bu vazifeyi üzerine alacak arkadaşınız bir adım öne ilerlesin."
dedi. Hayret dördü de bir adım öne ilerlemişti... Selim Çavuş bu fedakârlık
karşısında kendini tutamadı, ağlamaya başladı. Zaten çok hassas ruhlu bir
insandı. Allah'ın yeryüzüne halife olarak gönderdiği, insanoğlunun ölümüne
sabredemiyordu.
Abdullah
sertçe topuklarını birleştirdi ve :
—
Çavuşum müsaade ederseniz, maruzatımı bildireceğim." dedi.
Selim
Çavuş bir şefkat senfonisini andıran bakışlarıyla Abdullah'ı süzdükten sonra,
buyur dercesine başını salladı. Abdullah gözünü bir noktaya dikerek konuşmaya
başladı :
—
Çavuşum ölüm, yok olmak, kaybolmak demek değildir. Ölüm ebedi hayatı ele
geçirmek ve ebedi gençliğe sahip olmak demektir. Kâinattaki her eşya çürümeye,
erimeye ve yok olmaya mahkûmdur. Fakat ölüm ebedi bir yenidir, o yıpranmaz ve
eskimez. Allah yolunda ölenler için ölüm vardır diyen yalan söylüyor
demektir."
Bu
ifadeler Selim Çavuş'u daha da içlendirdi. Bu dört ölüm fedaisini uğurladıktan
sonra, çadırına döndü, emrinde çalışan erlere yaşlı gözlerle baktı .
Anadolu
ruhuna sahip gençlerle gurur duyuyordu , daha sonra gayet ince bir sesle — Şu
Abdullah'ı düşün, daha onbeş yaşında bıyıkları bile terlememiş bir genç,
görüyorsun ya yaşamayı düşünmüyor bile.Seve seve ölmesini bilen insanlar için
vatansız kalma ihtimali olabilir mi? Olamaz. Er tasdik makamında başını
salladıktan sonra :
—
Çavuşum cüretimi bağışlayın.. Niçin beni onlarla birlikte göndermediniz,
kulaklarım ağır işitiyor diye mi? Kulaklarım ağır işitebilir ama, bu benim
şehit olma şansıma engel olamaz.
Selim
Çavuş eri dikkatli dikkatli süzdükten sonra :
—
Hadi sende git onlara yetiş.. Madem ki şehit olmak için can atıyorsun, buna ben
engel olamam.." dedi. Abdullah sonradan isimlerini öğrendiği Mehmet, Osman
ve Hidayet'le epeyce yol almışlardı. Hedef uzaktan görünmeye başlayınca Hidayet
arkadaşlarına oturun işaretini verdi; hep beraber Toprağın üzerine oturdular.
Toprağın
üzerine epeyce çiğ yağmıştı ve soğuktu. Hidayet, sabahın burukluğunu ortadan
kaldıracak lâhutî sesle Kur'an-ı Kerim okudu, sonra helâllaştılar. Silah deposu
tahmin ettiklerinden çok daha fazla askerle muhafaza altına alınmıştı. Mehmet'le
Hidayet ağır ağır yaklaştılar, askerlerin nöbet değiştirmelerinden faydalanan
Abdullah ve Osman koşar adımlarla deponun yakınına vardılar.
Planladıkları
üzere Mehmet ile Hidayet askerleri oyalayacaklar Abdullah elindeki bombayı
Silah deposunun içine fırlatacaktı. Fakat büyük bir aksilik oldu, Mehmet
düşman'a öyle bir bıçak vuruş vurdu ki, asker'in sesi sabahın soğuğunu delerek
yankı yaptı. Düdük sesleri gittikçe artmaya başladı.. Abdullah ne yapacağını
şaşırmıştı, ya bu depoyu uçuramazsa, o zaman bu silahlar kendi öz kardeşlerini
uçuracaktı.
Olduğu
yerden bir ok gibi fırladı., hedefe olanca kuvvetiyle koşuyordu, yunan
askerleri silahlarını canlı hedefe çevirmişler, durmadan ateş ediyorlardı..
Abdullah koşarken kalçasına el attı, şiddetli bir şekilde kan geliyordu.. Aldırmadı.,
yine koşmasına devam etti, depoya yirmi beş otuz metre kadar bir mesafe
kalmıştı, birden vücuduna bir şeylerin girdiğini hissetti, ayaklarının kuvveti
azaldı ve yere düştü.. Düşman askeri acayip sesler çıkararak üzerine doğru
geliyordu
Sürünerek
hedefe varmaya çalıştı. Elini birden bombanın olduğu yere uzattı, hayret
yoktu.. Birden olduğu yerde bir yay çizdi. Çok yakında olduğunu görünce
tebessüm etti, dünyalar onun olmuştu sanki.. Düşman askerleri Abdullah'ın
öldüğünü zannederek yanına doğru yaklaşmaya başladılar.
Osman
birden saklandığı yerden fırladı ve korkunç bir sesle;
—
Abdullah fırlat bombayı" diye bağırdı. Abdullah Osman'ın sesini duyunca
kendini toparladı ve son bir hareketle elindeki bombayı hedefine fırlattı.
Sabah
ezanı okunuyordu. Selim Çavuş abdestini alırken büyük bir patlama sesi işitti.
Patlamanın olduğu tarafa doğru döndü ve yaşlı gözlerle
"Allah Rahmet Eylesin,makamınız cennet olsun" dedi.